Bir diktatör olarak Mustafa Kemal’in kısa portresi (Serdar Taş)

Bir diktatör olarak Mustafa Kemal’in kısa portresi ;  Serdar Taş

“Fazlasını gören, fazlasını hisseden, duyarlı sinirleri olan, gereğinden çok şey bilenler için her daim kavga vardır.”
(Jean-Luc Godard)

Bütün solaki ve salaki tilkiler
Döne döne dolaşıp
Tıpış tıpış gelirler sonunda Kemalizm dükkânına
Ve siroz olurlar
Can Yücel

“Bazı silahlar da vardır ki onu elinde tutanlar, kendilerini yaralarlar; yani silah geri teper ve kendisini elinde tutanları vurur. İşte Kemalizm böyle bir silahtır.”
İbrahim Kaypakkaya

 

“Kötü zamanlarda umutlu olmak sadece aptalca bir romantizm değildir. İnsanlık tarihinin sadece zulmün değil, aynı zamanda şefkatin, fedakârlığın, cesaretin ve nezaketin de tarihi olduğu gerçeğine dayanır. Bu karmaşık tarihte neyi vurgulamayı seçtiğimiz hayatlarımızı belirleyecektir. Eğer sadece en kötüsünü görürsek, bu bizim bir şeyler yapma kapasitemizi yok eder. İnsanların muhteşem bir şekilde davrandığı zamanları ve yerleri hatırlarsak -ki çok fazla var- bu bize harekete geçme enerjisi ve en azından bu fırıldak gibi dönen dünyayı farklı bir yöne çevirme imkânı verir. Ve eğer harekete geçersek, ne kadar küçük bir şekilde olursa olsun, büyük bir ütopik geleceği beklemek zorunda değiliz. Gelecek sonsuz bir armağanlar silsilesidir ve şu anda, etrafımızdaki tüm kötü şeylere rağmen, insan evladının yaşaması gerektiğini düşündüğümüz gibi yaşamak bile başlı başına muhteşem bir zaferdir.”
Howard Zinn


Mustafa Kemal, Hitler’in takdirini ve teveccühünü kazanmış, övgülerine ve hayranlığına mazhar olmuş bir şahsiyetti. Hitler onda rol model, esinleyici görmüştü. Ondan “karanlıkta parlayan yıldız” ve “öğretmen” olarak bahsediyordu. Demem o ki Hitler gibi “insan hayvanının” örgütlu kötülüğünün en yüksek ve kötücül temsilcilerinden olan bir alçağın bile methiyelerine mazhar olmuş bir şahıstan dem vuruyoruz. Mustafa Kemal liderliğindeki hareketin etnik arındırmaları (etnosid ve jenosid), Ittihat Terakki kadrolarının Ermeni Soykırımı ve sonrasında yargılanmamaları, Hitler’e ilham ve cesaret kaynağı olmuştu. Ermenilerin başına getirilenler; İttihat Terakki kadrolarının, cinayet şebekelerinin ve Malta sürgünlerinin yargılanmaması, bilakis Mustafa Kemal tarafından İngiliz savaş esrirleriyle takas edilip el konulmuş Ermeni mülklerini soykırıma iştirak etmişlere dağıtması Hitler’e Yahudi soykırımını gerçekleştirme cüreti vermişti. .Adolf Hitler’in 22 Ağustos 1939’da Polonya’nın işgâlinden hemen önce Obersalzberg’de, “Bugün Ermenilerin imhasını kim hatırlıyor ki!?” sözleri niyetimizin sağlamasını ziyadesiyle arz ediyor.

Hitler, “Atatürk’ün ilk öğrencisi Mussolini, ikinci öğrencisi de benim,” diyebilmişti. Hitler, Mustafa Kemal’in Ankara Hükümeti olarak İstanbul Hükümeti’ni alaşağı etmesinden, yani Fikret Başkaya’nın ifadesiyle hükümet darbesinden ilham alarak bir birahane darbesine teşebbüs etmişti. Hitler 1933’te Milliyet’e verdiği bir mülakatta Atatürk’ü ‘yüzyılın en önemli adamı‘ diye niteledi; ‘Atatürk’ün Türkiye’yi kurmak için liderlik ettiği başarılı kurtuluş mücadelesinin 1920’lerin karanlığında kendisine Nasyonel Sosyalist hareketin de başarılı olacağına dair güven verdiğini‘ söylemişti.

Hitler, daima Mustafa Kemal’i kendi başarısının katalizörü olarak selamladı ve hayranlığını defaatle beyan etti. Hitler darbe girişiminden önceki haftalarda bir ‘Alman Kemal’ çağrısında bulunmuş, basında da bir ‘Ankara Hükümeti’ veya ‘Ankara am Rhein’ çağrısında bulunmuştu. Ihrig, Nazi Muhayyilesinde Atatürk adlı çığır açıcı kitabında Hitler’in Führer olma serüveninde bilinenin aksine Mustafa Kemal’in Mussolini’den daha büyük bir ilham kaynağı ve itki oluşturduğunu yazar. Naziler buna ‘Türk Dersi’ diyordu. Zaten Mustafa Kemal’in, “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır,” sözleriyle Hitler’in, “3. Reich iki bin yıl yaşayacak,” cümlelerindeki söylemsel yakınlık gayet dikkate şayandır ve aynı zihniyetin, yani devleti ebed müddetleştiren, amaçlaştıran, kutsayan, kendi içinleştiren, “devlet içinde ve devlet içinci” faşizan, totaliter zihniyetin tecessüm etmiş halidir. Ne de olsa bütün diktatörler yönetsel ve söylemsel olarak akrabadır. O vakitlerde “Mustafa Kemal’in esrarlı havası etrafında ikinci bir Alman ‘Türk humması’ fışkırmıştı. Alman kamuoyu Enver Paşa’da heyecanlanmıştı, ancak Mustafa Kemal hususunda yirmi yıl sürecek esrik bir çılgınlık içinde olacaktı. İkinci Türk humması “kronik”leşecek ve Üçüncü Reich’in son aylarında Hitler’in sofrasında hâlâ hissedilecekti.

“Totaliter bir rejimin getirdiği en büyük yıkım, haysiyetsizleştirmesi ve şahsiyetsizleştirmesidir..”

2007’nin başında Münih’te yaşlı bir kadın, kentin sosyal demokrat belediye başkanını işaret ederek, “Hitler Türklerin dostuydu,” ve “Ude de öyle!” diye bağırdı. Bu ismi saklı tutulan kadın, Münih’teki mahallesinde yapılması planlanan bir camiyi tehdit olarak telakki etmişti. Üçüncü Reich’i hatırlayacak kadar yaşlı, Christian Ude’yi Adolf Hitler’le kıyaslayacak kadar da öfkeliydi. Peki “Türklerin dostu” olarak Hitler de neyin nesiydi!?

Nazi Muhayyilesinde Atatürk kitabı, Nazilerin özellikle matbu (basılı) medyada Türkiye’yi nasıl algıladıklarını, tasvir ettiklerini ve sitayişlere boğduğunu görmemizi sağlayarak Nazizme bakış şeklimizi, onu görme biçimimizi değiştirmeye davet eder. Bunun için 1919’dan başlayarak Alman gazete ormanına dalmak gerekir. O yıl Anadolu’da yeni bir oluşum, Mustafa Kemal’in adıyla doğrudan bağlantılı bir hareket, 1919’dan Üçüncü Reich’in sonuna kadar Almanya’yı büyüleyecek bir sürecin başladığını yazar Stefhan Ihrig.

Mustafa Kemal, bir diktatör olarak kendisinden sonra gelen birçok politikacıya, diktatöre de esinleyici, patern oldu. Bu yüzden Kemalizmin bittabi Erdoğanizm’de de payı ve hakkı var. Zaten ilginçtir, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi referandumu öncesindeki tartışmalarda Bekir Bozdağ’ın yeni rejim modelini her zamanki pişkinliğiyle mealen, “Mustafa Kemal döneminde de başkanlık sistemi vardı,” sözleriyle savunması mesnetsiz değildi. Bir yerde bir diktatör varsa muhakkak ondan önce başka bir diktatör ona zemini hazırlamış, yol yolak açmış demektir. Hiçbir diktatör, despot, tiran yoktur ki daha evvel ona patika açmış bir başka müstebit olmasın. Kaldı ki Mustafa Kemal bir defasında kendisini “halkın sevgisini kazanmış bir diktatör” olarak tanımlamıştı. Ayrıca “sansasyonel pozitivist” ve popülist bilimci, “dışkı ve cunta perver”, postal perhahlayıcı Celal Şengör’ün Mustafa Kemal’a dair bir kitabına “Dahi Diktatör” ismini vermiş olması da manidardır.

Mustafa Kemal, tıpkı Hitler ve Mussolini gibi yasama-yürütme-yargıyı tekeline almış, yani kuvvetler birliğini uygulamış, meclise mebusları bile liste hazırlayarak kendisi atamış, meclisi bir “atama meclisi”ne çevirmiş, parti-devlet ve lider özdeşliği kurmuş, yarattığı yapay hükümet kriziyle adeta “padişahsız padişahlık rejimi” tesis etmiş bir ebedi ve milli şefti. Yani anlayacağınız “Atatürkiye” senelerinde keyfi ve tercihi olarak serbest seçimler düzenlenmemişti. Yani “Hakimiyet kayıtsız şartsız Mustafa Kemal’indi.” Mustafa Kemal’in eski dava ve silah arkadaşları olan Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar’ın (ki onlar mecliste Mustafa Kemal’in yasama-yürütme ve yargı erklerini kendinde temerküz etmesinden rahatsızlık duyan, yeni bir Enver Paşa yahut Napolyon türemesinden endişe eden 2. Grub’u oluşturanlardır) öncülüğünde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, yine Mustafa Kemal tarafından kapatılmış ve parti kurucuları hain muamelesi görmüş, pek çoğu Üç Ali’ler Mahkemesi de denilen İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmıştı. Şevket Süreyya Aydemir’in dediği gibi bir “ihtiras adamı” olan Mustafa Kemal, gücünü maksimize etmek için her türlü pragmatik, taktik teşebbüse ve ittifaka girişebilen, eğilip bükülgenliği, elastikiyeti yüksek, ilkesiz bir liderdi.

Mustafa Kemal: “Kuvvetler ayrılığı esaslı bir şey değildir.”

Mustafa Kemal daha yaşarken kültleştirilmesine cevaz vermiş, heykellerinin dikilmesini, paraya resminin basılmasını görmezden gelmişti. Gerekli gördüğünde meclisin ve kanunların dışına çıkılabileceğini söylemiş, hatta bir keresinde kuvvetler ayrılığının esaslı bir şey olmadığını serdetmişti. Turgut Özal’ın “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz,” densizliğini ne kadar da hatırlatıyor, değil mi!?

Şimdi paylaşacağım bir anlatı, Kemalist kadroların ve rejimin mahiyetini dışavurması bakımından oldukça ibretlik:

Hitler’in ellinci doğum gününü kutlamak münasebetiyle Türkiye’den Berlin’e özel bir heyet gönderilir. Mustafa Kemal’in silah arkadaşı Orgeneral Ali Fuat Cebesoy başkanlığında Falih Rıfkı Atay, Asım Gündüz, Yunus Nadi ve Falih Rıfkı Atay’dan oluşan heyet, Hitler tarafından Cumhuriyet gazetesinde anlatıldığı şekilde “pek samimi bir şekilde karşılanır.”

Falih Rıfkı Atay, heyetin Hitler tarafından kabulünü şöyle anlatır:

“1939 de ellinci doğum yıldönümü töreninde bulunmak üzere Berlin’e gittiğimizde Tanrı’nın bu dünyayı yaratmak için yedi gün uğraşmış olmasına bile gülecek kadar kibirli Hitler, bütün heyetleri bir büyük salonda kabul etmişti. Kendisi ortada yapayalnızdı. Ikincisi Georing beş on adım, üçüncüsü Göbells de bu sonuncudan beş on adım geride durmuşlardı. Hitler Romanya heyetine reislik eden dışişleri bakanını, verdiği işi iyi yapmayan bir hususi kalem müdürü gibi paylıyordu. Sıra bizim heyete geldi. Mavi gözlerinin bakışları yumuşak ve tatlı:

“Atatürk bir millet bütün vasıtalarından mahrum edilse dahi kendisini kurtaracak olan vasıtaları yaratacağını öğreten liderdir. Onun birinci talebesi Mussolini, ikinci talebesi benim,” der.

Mustafa Kemal, Fransız Ihtilali’nin Devrim Mahkemeleri’nden öykünerek oluşturduğu Istiklal Mahkemeleri’nde rejim düşmanı olduğu bahanesiyle hem dava aradaşlarını ve muhalifleri, hem de ayaklanmacıları ve direnişçileri avukatsız ve savunmasız bir şekilde yargılatıp ölüme mahkûm ettirdi. Daha o vakitlerde İstiklal Mahkemeleri için “önce öldürüp sonra yargılayan mahkemeler” denilmesi de beyhude değildir.

Kadınlara seçme ve seçilme hakkını sanki bir lütufmuş, ihsanmış gibi “verdiği” söylenegelir, halbuki bunu kadınların seçme ve seçilme hakkını tanıma, kadınların kazanımı olarak okumak gerekir. Kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanmasının ardında onlarca yılı kat eden bir mücadele tarihinin ve sergüzeştin olduğunu unutturmaya çalışan bir retorikten başka bir şey değil bu. Zaten hemen sonrasında kadınların bütün haklarına kavuştuğu, dolayısıyla artık gerek kalmadığına hükmederek keyfi olarak Türk Kadınlar Birliği’ni kapattı. Yine 1919’da kurulan ve Milli Mücadele’ye destek veren Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti’ni 1923’te kapattı. Zaten Atatürkiye devrinde kadınların ne seçeceği ne de seçileceği çok partili, temsili bir demokratik ortam mevcut değildi. Kemalist yanlış cumhuriyetin erkekler kulübü, kadın haklarını sadece sembolik düzlemde tanımış, kadınların politik kamusal alana katılmasına ya izin vermemiş ya da son derece sınırlı şekilde müsaade etmiş, kadınları tabiri caizse “dişil kamusal alanla” ve “özel alanla” sınırlamıştı. Kurucu babalar kadın haklarını “medeni haklar reformu” ve “eğitim reformu”na indirgemişti. Yalnızca Nezihe Muhiddin’in başına getirilenler, şahsına yöneltilen mesnetsiz yolsuzluk suçlamaları, itibar suikastleri bile Kemalist rejimin mahiyetini teşhir etmeksi bakımından kâfidir. Elinin hamuruyla “erkek işlerine” burnunu sokan kadınlara Kemalist seçkinler, “Madem askerlik yapmıyorsunuz, o halde siyasete de giremezsiniz,” gibi militarist bir şantaj çekmekten de geri durmamıştı. Öte yandan Geç Osmanlı döneminde bile çok daha canlı bir kadın hareketi mevcutken, yaklaşık kırk adet kadın dergisi yayımlanabiliyorken Kemalist tiranlık devrinde kadın hareketi büsbütün etkisiz hale getirilmiş, tasfiye edilmiş ve kadınların en makbul hali “Atatürk kadını” olarak tarif edilmişti. Yani kadın hareketine karşı tahammülsüzlük bakımından Kemalist rejim Geç Osmanlı devrinin bile gerisindedir. Zaten bütün totaliter, faşizan rejimlerin mutabık olduğu karakteristik özelliklerden biri de kadın düşmanlığı, kadının ulusun fedakâr ve cefakâr anası, kuluçka makinesi ve domestik bir hizmetçi mesabesine düşürülmesidir.

1925 senesinde Şeyh Said Ayaklanması mazeretiyle Takrir-i Sükun Kanunu ve Şark Islahat Planı’nı çıkartarak Kürtlüğü topyekün yasaklı ve tarihsiz bir kimlik haline getirmek şöyle dursun Tevhid-i Efkâr, İstiklal, Aydınlık, Son Telgraf, Sebillüreşşad, Orak-Çekiç gibi Milli Mücadele’ye en azimli, iştahlı ve koşulsuz destek sunan gazete ve mecmuaları bile kapattı, birçok gazetecinin payına mahpusluk ve sürgün düştü. Marksist klasikleri Türkçeye tercüme eden çevirmenler ve yayımlayan yayıncılara reva görülense hapishane damlarıydı.

Faşist İtalyan ceza hukukundan 141 ve 142 no.lu maddeleri iktibas ederek Sabahattin Ali, Kerim Korcan, Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Kemal Tahir gibi pek çok aydını rejim için hiç de tehlike arz etmedikleri halde yargılayan bir terör/tedhiş rejimi ihdas edildi. Nazım Hikmet gibi Kemalist rejiminle geçimli olan, Kuvayi Milliye Destanı’nı kaleme alan, Şeyh Bedreddin gibi çoğul bir portreden “milli gurur” olarak bahsedebilecek kadar ulusal gururu kabarık bir figür bile Mustafa Kemal’in tiranlığı sürecinde tam dokuz defa yargılandı. Mustafa Kemal’in Nazım Hikmet için, “Bu adamı önce asmalı, sonra mezarı başında oturup ağlamalı,” sözleri de dikkate şayandır. Kemalist rejim, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramı’nı ve işçilerin greve çıkma hakkın yasakladı. Adana-Nusaybin demiryolu inşaatı esnasında greve çıkan işçileri kurşuna dizdirdi. Faşizan ve totaliter bir korporatizmle sınıfların varlığını, sınıfsal çelişkiyi inkâr etti ve Sınıfsız, kaynaşmış, imtiyazsız bir kitle olunduğu yalanını tedavüle sürdü.

Kürtlere özerklik, muhtariyet vaat ederek, böylece bir kısmını iğva edip Milli Mücadele’ye katılımını sağladı, sonrasında da bütün sözlerini çiğnedi ve onları sistematik olarak katliamlara tâbi tuttu. 25 Kasım 1925’de Şeyh Said Ayaklanması’na iştirak ettiği gerekçesiyle Elazığ’da idam edilen Hasan Hayri Bey’in, “Ey Kürt halkı! Bizden ibret alın ve bilin ki dünyadaki en güvenilmez söz, Kemalistlerin verdiği şeref sözüdür,” sözleri bu tarihi realiteye gönderme yapar. Yine Koçgiri Ayaklanması’nı çeteler, haydutlar vasıtasıyla soykırım yöntemleriyle bastırdı. Dersim Tertelesi/Soykırımı’nda Nazilerden alınan gazlarla, kimyasal silahlarla mağaralara sığınan çocukları, yaşlıları ve kadınları toplu halde katlettirdi. Ermeni yetimhanesinden evlatlık olarak aldığı Hatun Sebilciyan’ı Türklük dininin esaslarına göre endoktrinize ve terbiye edip nefretle besleyerek Sabiha Gökçen’leştirerek Dersim’de hareket halindeki her şeyi büyük bir vazifeşinaslıkla, memnuniyetle ve hazla bombalayacak kıvama getirdi. Denilebilir ki Kemalizm faşizmin, totaliterizmin Türkiye’de tecessüm etmiş, temsiliyet kazanmış halidir. Haliyle sosyal darwinist, ırkçı, Türk üstünlükçüdür. Mustafa Kemal’in bir diğer manevi kızı Afet İnan, 64 bin kişinin kafatasını ırkçı antopometrik yöntem ve yönelimlerle ölçerek ve antropoloji disiplinini bir ırk bilimi olarak kurgulayarak bir “doktora tezi” hazırlamıştı. Yine Güneş-Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi gibi safsata ve sözde-bilimsel tezleri ısmarlayarak pek çok bilim otoritesini kendine güldüren bir ırkçılığa tevessül edebildi Mustafa Kemal.

Pontus (Karadeniz) Helenlerini “Küçük Asya Felaketi” diye de tâbir edilen bir etnik arındırmadan geçirdi. 1934’te Trakya Yahudilerini pogroma tâbi tuttu. İttihat ve Terakki’nin yarım bıraktığı Ermeni Jenosidi’ni Kilikya (Adana) ve Antep (Ayntap) Ermenilerini yerel Kuvayi Milliye çeteleriyle katlederek ve püskürterek tamamına erdirdi. Ermeni Soykırımı’na iştirak etmiş katilleri ödüllendirdi ve taltif etti. Ermenilerin “emval-i metruke”lerini “Malta Sürgünlerine”, yani Ermeni Soykırımı’na iştirak etmiş, telgraf hatlarının başında bulunup sevk ve idare etmiş büyükbaş mücrimlere, ve onların yakınlarına dağıttı. Yine 2 Mayıs 1923’te Manyas ve Gönen civarındaki on dört Çerkes köyünün sakinleri “iç karışıklık çıkardıkları”, “yeni kurulmakta olan rejimi tehdit ettikleri” ve çetelerin varlığı mazeretleriyle Babadolu’nun muhtelif bölgelerine sürüldü. Kadın, engelli, çocuk, hasta, yaşlı ayrımı yapılmaksızın bütün Çerkes nüfusu, Bandırma tren garından hayvan vagonlarına bindirilerek peyderpey sürüldüler. Üstüne üstlük sürüldükleri bölgelerde de toplu şekilde yerleşmelerine Kemalist diktatörya müsaade etmedi.

İspanya için Primo de Rivera ve Francisco Franco neyse, Protekiz için Oliveira Salazar neyse, Almanya için Adolf Hitler neyse, İtalya için Benito Mussolini neyse Türkiye için de Mustafa Kemal esasında odur ve aslında bir savaş suçlusu olarak yargılanması gerekiyordu. Francisco Franco neden yaşıyorken, hatta onlarca yıl sonra bile savaş suçlusu ilan edilip, yargılanıp mahkûm edilmediyse tam olarak aynı sebeplerle de Mustafa Kemal savaş suçlusu olarak mahkûm edilememiştir.

Peki bir soru: Mustafa Kemal muasır medeniyetler seviyesini yakalamaktan, modernleşmekten, Batılılaşmaktan, terakkiden, ilerlemekten neden kılık kıyafet yönetmeliği, harf inkılabı, şapka kanunu gibi şekilci uygulamaları anladı da anayasal parlamenterizmi, kuvvetler ayrılığını, çok partililiği, çok kültürlülüğü, sahici laikliği ve sekülerliği, çoğulculuğu, katılımcılığı, sivil toplum kuruluşlarını desteklemeyi, seyfiyeyi (asker sınıfını) sınırlandırmayı, sendikalaşmayı, hukukun ve meclisin üstünlüğünü, hesap verebilirliği, şeffaflığı, toprak reformunu, kadın-erkek eşitliğini, kadınların politik kamusal alana eşdeğer ve eşit bir cinsiyet ve politik özne olarak katılımını, azınlık haklarının teminat altına alınmasını, basın-yayın özgürlüğünü, ifade hürriyetini anlamak işine gelmedi!? Heybesindeki turp buna yetmiyor muydu!? Yoksa niyeti daha en başından beri bozuktu da tek adamlığı delicesine ve ihtirasla hedeflemiş miydi!? Retorik bir soru sorduğumun farkındayım… Cevap zaten sorunun içinde gömülü…

Mustafa Kemal devrinin bütün faşizan, totaliter atmosferinden ve pratiklerinden faydalandı; tek adam, edebi ve milli şef oldu. Toprak reformu yapmamak şöyle dursun devrinin toprak ağalarını meclisle “şereflendirdi. “Beni Türk hekimlerine emanet edin,” diye buyuran Mustafa Kemal ceza hukukunu tanzim ederken Faşist Mussolini İtalya’sının ceza hukukundan 141 ve 142 no.lu maddeleri almakta bir beis görmedi. Yine Türklüğün faziletlerinden ve milli olmanın zaruretinden dem vuran Mustafa Kemal medeni hukuku İsviçre’den, idare hukukunu Fransa’dan, ceza muhakemeleri yasasını Almanya’dan almakta bir sakınca görmedi. Uğur Mumcu, Köy Enstitüleriyle ilgili bir panelde bir mizah mecmuasından hafızasında kalanları şöyle dile döker:

“Bir gülmece dergisindeki şu tanım olayları yeterince sergiliyor. Türk vatandaşı tanımı. Diyor ki Türk ne demektir? Türk vatandaşı kimdir? Türk vatandaşı, İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalya ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.”

Kemalizmin Kurtuluş Savaşı diye epopeleştirdiği ve perdahladığı 1919-23 yılları esasında Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’nın antik, otokton halklarının göçertilmesi, jenosidal bir prosesle yok edilmesi hareketi, bir Yunan-Türk Savaşı, lokal ve sınırlı bir Ermeni-Türk savaşıdır. Kuvayi Milliye çeteleriyle güneyde, Ayntap’da Fransız üniformalı Ermenilerle çarpışılan bir “iç savaş”tır bu. Ayrıca Milli Mücadele, Türk ve Müslüman bir sermaye sınıfı oluşturmanın, müslüman olmayanların ve makbul Türk olmayanların menkul ve gayri-menkullerine çökmenin ve bu sayede ilkel sermaye birikimini edinmenin adıdır. Unutmamalı ki Mustafa Kemal, Rum Ortodoks Kilisesi’ne mensup olan Karaman Türklerini bile nüfus mübadelesiyle kovmuş, Gagavuz Türklerinin yurda gelme taleplerini Ortodoks Hristiyan oldukları için reddetmiş bir despottur. Yani o, Türklük ve Müslümanlık sözleşmelerinin her ikisine birden şayet uymuyorsa ve “makbul, mazbut, mülayim, cici” Türklerden değilse Türkleri bile tasfiye etmekten sakınmayan bir tirandı.

Yüzyılın sonundan bakıldığında bu kadar pespaye, sefilane, insan fukarası, gerizekâlılıkla normal zekâ arasında salınan bir vasatın yaratılmasının baş müsebbibi Mustafa Kemal, avanesi, tufeylileri ve onların devraldığı İttihatçı ve Abdülhamitçi istibdat geleneğidir. Bu arada Mustafa Kemal’in anti-emperyalist olduğu ve “minimalist bir milliyetçiliği” benimsediği de kat’a doğru değildir. Mustafa Kemal daha Milli Mücadele senelerinde emperyalistlerle açık ve örtük ittifaklar kurmuş; Mustafa Kemal bir kolonizatör, müstemlekeci, sömürgen olarak Kürdistan’ın, Lazistan’ın, Trakya’nın, Kilikya’nın ve Pontus’un kendi mukadderatını (kaderini) tayin, yani ulus devletini kurma hakkını işgâlle gasp etmiş, Türkiye topraklarına katmış, seleflerinden miras aldığı soykırım siyasasını büyük bir istikrarla, gaddarlıkla ve hunharlıkla sürdürmüştür. Haliyle, “Yurtta sulh, cihanda sulh,” sözünün hiçbir reel, de facto ve sahici karşılığı yoktur. Yani bu haliyle iddia edildiğinin aksine kemalist milliyetçilik, “minimalist bir milliyetçilik” olmayıp bilakis saldırgan, agresif, Alman romantik geleneğinin kandaşlık, ırktaşlık ve ruh birliği vurgularını da içeren, zaman zaman bu vurguların dozajını arttırıp azaltan bir milliyetçilik formudur.

Simon Bolivar, İspanyol işgalcileri Venezuela’dan kovduktan sonra, “İşgalcilerden kurtulduk, şimdi kurtarıcılardan kurtulmak gerekiyor,” derken ne kadar da haklıydı! Bu ülkede gerek Mustafa Kemal henüz yaşıyor iken, gerek ölümünü müteakip zaman zarfında, gerekse de sonraki on yıllarda M. Kemal’i uhrevi, ilahi, kutsi bir şahsiyet mertebesine yükseltmek için ciddi bir literatür oluştu. Daha Mustafa yaşarken heykelleri dikildi ve paraya resmi yerleştirildi. Mustafa Kemal’in arş-ı âlâdaki konutundan Misak-ı Milli hudutlarını gözetlediği ve ülkenin hali pür melaline içlendiğine, ilendiğine yönelik Kemalist bir metafizik ve idealizm peydahlandı. Ataya şikâyet ziyaretlerinde kara önlükle askeri nizam törenler yapıldı. Rejimin Kemalist hamaset ve celadet kalemşörleri Atatürk Mevlüdü bile kaleme alabildi. Kasım 1934’te kendisine meclisin “oybirliğiyle” Atatürk, yani “bütün Türklerin atası” soyismi verildi. 1952’de DP’nin iktidarı döneminde M. Kemal büstlerine saldırılar olmasını Allah’ın lütfu bilip Demokrat Parti’ye baskıyla Atatürk’ü Koruma Yasası yürürlüğe konuldu.Gerçekten de seküler, laik, pozitivist bir rejime ne kadar da yakışan icraatlar, değil mi!? “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir,” sözünü ne kadar da düstur, kılavuz bellemiş bir rejim tesis edilmiş, değil mi!?

Şeyh Said Ayaklanması bahanesiyle çıkarttığı Takrir-i Sükun Kanunu, Şark Islahat Planı ve Tekke ve Zaviye Kanunu da zaten bizzat Müslümanlığı sınırlandırmak için değil de Kürtlerin ve Alevilerin görece kimliklerini ve dillerini yaşatabildiği bu tür örgütlenmeleri yok etmek adınaydı. Yoksa Mustafa Kemal hareketi Ortadoğu’nun en az Müslüman olmayan/Hristiyan nüfusuna sahip ülkesinin müsebbibidir. An itibarıyla Türkiye’de yaklaşık 2000 Rum, 40 ila 75 bin arasında olduğu tahmin edilen (Hemşin Ermenileri de dahil edildiğinde) bir Ermeni nüfusu mevcut. Birer Latin Amerika ülkesi olan ve binlerce km ötede bulunan Uruguay ve Arjantin’deki Ermeni nüfusu bile Türkiye’dekinden fazla. Ne büyük bir utanç! Mustafa Kemal, Türkiye’yi gayri-müslimsizleştirerek, Hristiyansızlaştırarak, üztüne üstlük o “müthiş öngörüsüyle” Şeyhülislamlık makamının devamı olan Diyanet İşleri’ni kurarak ülkeyi şeriat tehlikesine, tehdidine de mütemadiyen açık hale getirdi. Tekrar edelim: Bugün bu kadar sefil, vahim bir insan ortalamasının; yaşanılamaz, “cehennet” ve cinnet coğrafyasının baş müsebbibi o ve tevarüs ettigi devlet geleneği, tarz-ı siyasadır. Despotik cumhuriyet böylece bir “horde-nation” yani “güruh ulus” yaratmış oldu. Zaten Türkiye Cumhuriyeti bilindik anlamda bir ulus-devlet değildir, o “devlet-ulus”tur. Hiçbir zaman laik olmayan bu ceberrut rejimin bânileri, tam da laikliği, sekülerizmi büyük bir kararlılıkla destekleyecek unsurlar olan Hristiyan ve Alevi toplulukları gerek yok ederek, gerek kovarak, gerekse de asimilasyona tâbii tutarak sözümona kurmaya çalıştığı laikliği daha en başından işlevsiz ve imkânsız kıldı.

Kemalist elitler aslında dinin devletinden “devletin dini” modeline geçmişti. Buna bir nevi Sezaropapizm, “Türk Anglikanizmi” denilse yeridir. Diyanet İşleri adeta bir “Türk kilisesi” olarak kuruldu.Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu’nun merkez üssü ve esas hedefi sanıldığının aksine Sünni Müslümanlık değildi. Bu kanunnameyle Alevilik bizzat yasaklı bir inanç, öğreti haline getirilmiş, Alevilerin cem ayinlerine, cem yürütülen mekânlarına sanki kolektif bir cürüm, ahlaksızlık işleniyormuşçasına jandarmalarca baskınlar düzenletilmiş, Alevi topluluklar mücreimleştirilmiş, biteviye kolluk kuvvetlerinin taciz ve tecavüzüne uğramış, Alevi ve Kürtlerle meskun yerleşim yerleri adeta birer “garnizon şehre” dönüştürüldü. Alevilerin dergah, ocak ve tekkeleri kapatılmış, Alevi dedeleri ve inanç önderleri şeytanlaştırılmış, küçük düşürülmüştü. Yine Mustafa Kemal, Alevilerin bağlamasını “gerici bir çalgı” olarak aşağılamış ve ek bir genelgeyle keyfi olarak yasaklamıştı. Hatta bir vakit yasakçılıkta hızını alamayan Mustafa Kemal alaturka, Türk sanat müziği bile yasaklama lüzumu görmüştü. Aşık Veysel’in sazının defalarca fırınlarda yakıldığını şahsi anlatılarından biliyoruz. Bu yasağın temel kaygısı Alevilerin “telli kuran” dedikleri ve cem ayinlerinde müstesna bir yer verdikleri bağlama enstrümanını kriminalize ederek Aleviliği yasaklamanın en önemli ayaklarından birini fiiliyata dökmekti. Osmanlı’nın şeytan işi görüp de yasakladığı bağlamayı Kemalist rejim de gerici bir çalgı diye yasaklaklıyordu. Ne devamlılık ama… Motifler ve motivasyonlar farklı olsa da yasakçı genetik ve gelenek hep aynı… Yine Karacoğlan, Köroğlu ve Dadaloğlu gibi ozanların şiirleri, koçaklamaları eşkiyalık ve çapulculuk şarkıları diye yasaklanmıştı.

İslamist bir yobaz, dinbaz ile Kemalist bir yobaz, softa arasında tutuculuk bakımından pek çok ortak husus mevcuttur. Her ikisi de Hristiyanlara, mültecilere, sığınmacılara, göçmenlere, farklılıklara, temel hak ve özgürlüklere karşı benzer, yakın ve aynı kıyıcılığı, hasmaneliği, tahammülsüzlüğü, saygısızlığı, zenofobiyi ve tepkiselliği taşıyorlar. Sadece İslamistler kimlik mücadelesine karşıtlığını “kavmiyetçilik yapmak” ve “din kardeşliği”gibi hileli, riyakâr bir söyleme, İslam esvabına sarmalıyor. Kemalistler ise kimlik mücadelelerini kimlikçilik, Kürtçülük, terörizm ve bölücülük (ki terörizm ve bölücülük mefhumlarını İslamistler de enflasyonist bir şekilde kullanırlar) gibi bir söylem repertuvarıyla kategorik olarak mahkûm ediyorlar. Mesela Filistin halkına tanınan devlet olma hakkı ve iki toplumlu devlet konsepti Kürtlerden ağız birliğiyle esirgeniyor. Hem İslamistler hem de Kemalistler, Kürtlerin kolektif bir kimlik, kendilik, kendinelik ve irade geliştirmesini sabote etmek için benzer, yakınsayan bir söylem koleksiyonuna müracaat ediyor. Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yapmak, Çanakkale’de birlikte mücadele etmek, Malazgirt’te birlikte savaşıp Anadolu’nun kapılarını birlikte açmak, Yedi Düvel’e, kâfire/gavura karşı birlikte savaşmak, Yunan’ı birlikte denize dökmek, aynı mahallenin çocuğu olmak, kurucu ortaklık, kardeşlik, din/islam kardeşliği gibi söylem bagajını Kemalistler ve İslamcılar, hatta pek çok sol fraksiyon bile muhtelif bağlamlarda geçişken bir şekilde kullanarak Kürtlerin bir ulus olarak mevcudiyet kazanma, ayrılarak kendi mukadderatını tayin etme hakkını gasp etmek, Kürdistan’ın da bir ulus devletin sınırlarını teşkil ettiğine yönelik realiteyi paralize etmek adına hep bir blokaj olarak kullanıyorlar. Oysa Kürt’e biçilen yegâne konum, Türk’ün ve Müslümanın marabası, hamalı olmak, kendi kimliğinden utanç duymak. Bu iki dinbazlık formunun iktidarı elde etmeye dair rekabetleri ve düşman kardeşlikleri “ağyara”, ötekine, başkaya, Kürt’e hasım olmak noktasında mutabakatla, ağız ve eylem birliğiyle sonuçlanıyor hep. Sınır ötesi operasyonlar, tezkereler konusunda İslamistler ile Kemalistlerin hemfikir olması, eşdeğer iştahta ve savunuda bulunması da bu argümanımızı temellendirmiyor mu zaten!? Elindeki tek araç çekiç olan, etrafındaki her şeyi çakılacak çivi olarak görürmüş ya o misal. Şiddet haricinde başka bir lisan ve yöntem bilmemek, şiddetin kah sembolik kah fiziki biçimini kullanmak bakımından Kemalistler ile İslamistler aynı metotları kullanan gergin, geçimsiz kardeşlerdir. Hem Kemalistler hem de İslamistler Kürt’ü dövmenin ve savunmamanın kolaylığı ve konforununun tadını çıkarıyorlar.

Şimdi söz Ibrahim Kaypakkaya’da:

“Kemalizm demek, fanatik bir anti-komünizm demektir. Kemalistler, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşını, kahpece ve hunharca boğazlamışlardır. TKP’yi, Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonra bu isme lâyık bir parti olmadığı halde amansız bir şekilde ve her fırsatta ezmiş, bugün Amerikancı faşist sıkıyönetim mahkemelerinin yaptığını Kemalist iktidar defalarca yapmıştır; her iki yılda bir, çoğu zaman her yıl en az bir kere, genel tutuklamalar düzenleyerek yüzlerce insanı polis işkencesinden geçirmiş, karakollarda ve zindanlarda çürütmüştür. Sovyetler Birliği’ne menfaat sağlamayı hesapladığı müddetçe dalkavukluk etmiş, diğer zamanlarda sinsi ve azgın bir düşmanlık beslemiştir.

Kemalizm demek işçi ve köylü yığınlarının, şehir küçük burjuvazisinin ve küçük memurların sınıf mücadelesinin kanla ve zorbalıkla bastırılması demektir. Kemalizm, işçiler için süngü ve ateş, cop ve dipçik, mahkeme ve zindan, grev ve sendika yasağı demektir; köylüler için ağa zulmü, jandarma dayağı, yine mahkeme ve zindan ve yine her türlü örgütlenme yasağı demektir. Şnurov yoldaşın verdiği örnekleri, Adana-Nusaybin demiryolunda işçilerin nasıl kurşuna dizildiğini bütün arkadaşlar bir kere daha hatırlasınlar.

Kemalizm demek, her türlü ilerici ve demokratik düşüncenin zincire vurulması demektir. Kemalizmi övmeyen her türlü yayın faaliyeti yasaktır. İlerde Kemalist iktidar aleyhine herhangi bir yazının çıkabileceği ihtimali dahi yayın organlarının kapatılması için yeterli sebeptir. Sonu gelmez “örfi idareler” memleketi kasıp kavurmaktadır ve her bir “örfi idare” yıllarca sürmektedir. Meclis, CHP’nin tepesindeki bir avuç yöneticinin ve onun değişmez başkanı M. Kemal’in elinde oyuncaktır; Anayasa da ve bütün yasalar da öyledir, ülkeyi gerçekte ordu yönetmektedir.

Kemalizm demek her alanda Türk şovenizminin kışkırtılması, azınlık milliyetlere amansız bir milli baskının uygulanması, zorla Türkleştirme ve kitle katliamı demektir. Kemalizmin “istiklâl-i tam” ilkesi demek, yarı sömürge şartlarına seve seve râzı olma ilkesi demektir. Kemalist Türkiye, yarı sömürge Türkiye’dir. Kemalist iktidar, İngiliz-Fransız emperyalizmine ve daha sonra Alman emperyalizmine uşaklık eden, onlarla işbirliği eden bir iktidar demektir. Şnurov’un belirttiği gibi Kemalistlerin emperyalistlerle olan sınıf kardeşliği, milli düşmanlıklarından ağır basmıştır. Kemalist iktidar, birçok defa İngiliz, Fransız ve Alman şirketlerinin menfaatlerini korumak için Adana-Nusaybin Demiryolu Grevi’nde olduğu gibi işçileri kurşuna dizmiştir.”

Ibrahim Kaypakkaya

Sonsöz

Metnin sonsöz kısmında okurları apolojist (bahaneci, mazeretçi) ve “gün gerekirci” tarih anlayışına karşı uyarma gereği duyuyorum. Apolojist tarihçilere göre Kemalist rejimin bütün totaliter, faşizan uygulamaları “o günün koşulları o türlüsünü gerektiriyordu,” nevinden bir kestirme ve kolaycılıklıkla mazur, meşru ve masum görülebilir. Buna göre Avrupa ve çevre ülkelerin iki dünya savaşı arası dönemde totaliter, otoriter, faşizan, popülist rejimlere dönüştüğü, anayasal ve seçilmiş rejimlerin çözüldüğü koşullar söz konusudur. 1920’lerde dünyada otuz beş anayasal, seçilmiş hükümet varken bu sayı 1938’e gelindiğinde on yediye düşer. 1944’te ise dünya ölçeğindeki altmış dört ülkeden sadece on ikisi anayasal, parlamenter demokrasiyle idare edilmektedir. Tam da temsili burjuva demokrasilerinin yerini totaliter, faşizan rejimlere bırakmasından hareketle mesela Zafer Toprak Kemalist rejimin bütün yasakçı, baskıcı, faşizan, totaliter pratiklerini meşru görür.

Atatürkiye’deki tüm anti-demokratik kanunnameler, genelgeler, yönetmelikler, örfi idareler ve uygulamalar, Takrir-i Sükun’un getirdiği Kemalist terör, istibdat rejimi, 1 Mayıs’ın yasaklanması, Türk Kadınlar Birliği’nin kapatılması, Dersim Soykırımı, Ağrı Katliamı, Hristiyanların ve Türk olmayanların tasfiyesi ve tenkili, İstiklal Mahkemelerinin hukuk dışılığı, her şey mevcut dünya ahvali bahane gösterilerek gerekçelendirilebilirdi. Kemalist rejimin kötülükleri ve cürümlerini meşrulaştırmak adına, “Sui misal emsal olmaz,” kaidesi bile çiğnenebilirdi.

Ancak Kemalist tarih tezviratlarına ve safsatalara rağmen bizler hiçbir totaliter, faşizan eğilimin, kayışın ve tercihin haklı, meşru, masum olamayacağını, gerekçelendirilemeyeceğini, kaçınılmaz görülemeyeceğini söylüyoruz. Daima başka türlüsü mümkündür. “O günün koşulları bunu gerektiriyordu, başka türlüsü imkansızdı,” gibi gün gerekirci alçaklıkları reddediyoruz. Ve Kemalistler başka türlüsü de mümkün iken taammüden faşizmi, totaliterizmi yeğlediler ve nihayetinde bir kesintisiz suçlar ve kötülükler koleksiyonu olan bu ülkeyi kurdular. Demem o ki bizler iki savaş arası o içtimai ve iktisadi türbülans zamanlarının hiçbir şekilde faşizmi, anti-özgürlükçü ve anti-demokratik uygulamaları gerekçelendiremeyeceğini söylüyoruz. Aksine bu biricik dönem, Kemalistleri zaten çok önceden beri tasarladıkları bu tekçi, ırkçı, şovenist, faşizan, totaliter rejimi kurmak için oldukça elverişli koşulları yarattığını söylüyoruz. Mustafa Kemal’in zihninde zaten daha en başından beri “milli sır” olarak adlandırdığı Bonapartist, jakobenist, mutlakiyetçi, üniter, merkeziyetçi, monarşist, despotik, diktatöryal, paternalist, totaliter, kuvvetler birliğine istinat eden, “cumhursuz” bir cumhuriyet fikri vardı ve bu iki emperyalist paylaşım savaşı arası dönem, onun bu fikrini cisimleştirmek için biçilmiş bir kaftandı.

Ayrıca yazımı aktüel olanla ilişkişlendirerek okura bir başka çerçeve sunmak istiyorum. Birçokları her ne kadar garipsese de Recep Tayyip Erdoğan ile Mustafa Kemal’in mukayeseli bir şekilde analiz edilmesi siyaset bilimi için bir gereklilik. Mustafa Kemal Atatürk’le hesaplaşılmadan Mustafa Kemal Erdoğan’la hesaplaşılamaz. Aksi takdirde bu toplum, cemiyet olma vasfından, birlikte varolma istenci ve iradesinden mahrum olan bu cemaatler ve güruhlar iki kasabın kavgasında taraf tutan koyun konumundan zerre-i miskal uzaklaşamayacak.

Mevcut ahval ve şerait içinde Mustafa Kemal, Kemalizmin kâbesi olan Anıtkabir’deki lahitini kırıp, kıyam edip çıkagelse ve Tayyip Erdoğan’la seçimlere girse kuvvetle muhtemel kaybedecektir. Tayyipmania’yı Kemalistler epey hafife alıyor. Tayyip perestliğin menşeinde Kemalist elitleri kendi adına döven taşralı, köylü Babadolu insanatının hıncı, intikam arzusu var. Babadolu taifesi Tayyip’te ve onun kostaklanmalarında kendi ezikliğini, aşağılık kompleksini gideren bir baba, dayı, bitirim görüyor. Meseleyi makarna ve kömüre oyunu ve ruhunu satmak olarak okuyan Kemalist müminler sosyolojiden, sosyal psikolojiden, kitlelerin psikolojisinden/patolojisinden ve eğilimlerinden bihaberler.

Erdoğanizm, yukarıdan, militarist ve saygısız bir modernleşme olarak vuku bulan Kemalist modernleşme prosesine bir tepkidir ve bastırılanın geri dönüşünü temsil eder. Cumhuriyetin seçkinlerinin halkı terbiye edilecek bir çocuk ve hayvan misali görmesinin ölümcül ve kötücül ters tepmesidir. Bu nedenle hummalı Erdoğan sevdasının rasyonel hiçbir veçhesi yoktur. Sivas’tan ötesini bilmeyen, ancak askeri operasyonlar ve devlet otoritesini gerek ideolojik aygıtlarla gerekse de baskı aygıtlarıyla tesis ve konsolide etmek için oralara giden cumhuriyetin ve onun kurucu partisinin, babalarının aşağıladığı kitlelerde rızalık ve bir karşılık oluşturması mümkün değildir. Öyle görünüyor ki Babadolu Tayyip’e ölene dek yazgılı ve Akp seçmeninin nezdinde Tayyip’in mazur görülemeyecek hiçbir kötülüğü, cürümü yoktur.

Hepimiz Doğu despotik devlet geleneğinin hüküm sürdüğü bir coğrafyada ömür çürütüyoruz. Tek adam patolojisinin, karizmatik kişilik kültünün, kişi tapıncının gayet güçlü ve kesif olduğu, ergen kalmış, bireyleşememiş ve kendileşememiş, cemaat tipi örgütlenme modelinden cemiyet modeline geçilememiş bir insan birikintisindeyiz. Devletçil ve totaliter/otoriter kişilik bozukluğu ve onun bir alt şubesi olarak “Kemalist kişilik bozukluğu” bu olmaz olasıca ellerde, Babadolu’da vakayı âdiyeden… Babadolu’daki esas kriz iktisadi değil, içtimai ve insanidir. Değil mi ki ucuz insanlar pahalıya mâl olurlar.

Kemalist diktatöryaya nostaljik bir özlem besleyerek, totaliter Kemalist tek adam rejimini fabrika ayarı olarak görerek, Atatürkiye’yi rücu edilmesi gereken bir asr-ı saadet olarak tarif ve telakki ederek Erdoğancılıkla ve Abdülhamitçilikle mücadele edemezsiniz. Türkan Saylancılık, Aziz Nesincilik, Uğur Mumculuk, Sıdıka Avarcılık, Turan Dursunculuk oynayarak muhafazakârlarla, mütedeyyinlerle, İslamcılıkla mücadele edemezsiniz. Türklük ve Müslümanlık Sözleşmesi’nin tanıdığı konfor ve imtiyazlardan feragat etmeden, Türklük Sözleşmesi’ni feshetmeden, dinsellikten ve ırksallıktan arınmış yeni bir toplumsal mutabakat inşa etmeden; Kürtlerle, Hristiyanlarla ve Alevilerle bir arada yaşam istenci ve iradesi, ortak kader duygusu geliştiremezsiniz. İzmir Marşı’yla, İstiklal Marşı’yla, Andımız’la, Bir Başkadır Benim Memleketim’le İzmir’in sahil hattında, kordonda çoğalabilir, coşabilirsiniz; lakin Anadolu bozkırlarında, kırsalında azalırsınız, sözünüz bozkırın çorağına, kavruk ve çatlak ovalarına karışır, Kürt dağlarının boşluğunda erir. Sığınmacı, mülteci düşmanlığıyla, bir iç savaşta ölmeyi ve öldürmeyi reddetmiş o insanları günah keçisi belleyerek muasır medeniyetler seviyesine erişemez, evrensel hukuktan bahsedemez, hukukun üstünlüğünü tesis edemezsiniz. 12 Eylül Anayasası’nın ilk dört maddesini değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez olarak kelamullahlaştırarak demokratikleşemezsiniz. Bir tek adama karşı (Erdoğan) bir diğer tek adamı (Mustafa Kemal) kutsayarak, her şeyleştirerek, varlığınızı varlığına borçlu kılarak ve suni bir minnettarlığın altında ezilerek mevcut despotik hükümete karşı çıkamazsınız. Bilakis her gün şerha şerha dökülür, azalır, hiçliğin çukurunda karanlığa katık olursunuz.

Kurtarıcılardan kurtulmadıkça, karizmatik kişilik kültü ve tapıncından ve meftuniyetinden vazgeçmedikçe her zaman hüsrana uğrayacak ve ergen kalacaksınız. Bilinmezlikten ve belirsizlikten sıyrılıp gelecek o epik büyük adam kurtarmayacak sizi. Ya da geçmişte yaşandığını varsaydığınız “altın çağ” ve kuruluş ayarları diye takdim ettiğiniz, hatta dayattığınız kurucu kötülüklere dönmek ne mümkün ne de çare olabilir. Musa gibi sizin için denizi yaracak birisi çıkmayacak, ya da İsa misali bütün günahlarınızın bedelini yüklenmeye ve ödemeye hazır biri olmayacak. Çıkmazları kimse sizin için açmayacak. Pısırıklığınız, söylenmeniz ama söyleyememeniz, daha kötüsü söyleyecek sözünüzün olmaması, dile gelemeyişiniz, büyük adam ama küçük insanlarla yaşadığınız o tek taraflı patolojik aşklar sizi eritecek, geriye döküntünüz kalacak. Kimlik ihtirasıyla kişiliksizliğe savrulacak, dahası kişilik sahibi olmamanın ıstırabını duyumsayamayacak kadar kişiliksiz ve ilkesiz olacaksınız. Özgürlüğü her defasında müesses nizamın selameti vebekâsı için, devletin ali menfaatleri için, birlik ve beraberlik tekerlemeleri için feda edeceksiniz ve hiçbir şeyden daha az bir şey olarak “var-öleceksiniz.”

Ve Fikret Başkaya’dan bir pasajla yazıya nihayet vermeyi yerinde buluyorum:

“Reel Atatürkçülük, Amerikancılıktır, Amerikan üsleridir, NATO’culuktur; Kore’ye, Somali’ye, Afganistana’a vb. asker göndermektir, Bağnaz milliyetçiliktir, devleti kutsayıp fetişleştirmektir, IMFciliktir, ülkenin geleceğini çokulusulu denilen şirketlerin [emperyalizmin] insafına terk etmektir, cuntacılıktır, militarizmdir, yurt dışındaki imamların maaşını Suudi Rabıta örgütüne ödetmektir. Aydınlanmanın, demokratikleşmenin, sosyalizmin önünü kesmek üzere devlet desteği ve olanaklarıyla dinci gericiliği besleyip, sonra da irtica ile mücadele adı altında “postmodern darbe” yapmaktır, sosyalizm düşmanlığıdır, özgürlük ve demokrasi fobisidir, iç ve düşmansız yaşayamamaktır. Farklı düşünenin hain, muhalifin düşman sayılmasıdır. Toplumun spekülatörler ve rantiyeler tarafından rehin alınmasıdır. Ülkenin varını yoğunu özelleştirme adı altında yağmalamaktır. Kürt varlığının inkârıdır, muvazaa partileriyle halkı oyalayıp demokrasi oyunu oynamaktır, Susurluktur, Şemdinlidir… “


Serdar Taş – 02.02.2024