ALEVİLİK NEDİR, NE DEĞİLDİR YOLCULUĞUMDA ŞÜPHECİLİK ve BİLİM (2)

ALEVİLİK NEDİR, NE DEĞİLDİR YOLCULUĞUMDA

ŞÜPHECİLİK ve BİLİM (2)

Bir önceki yazımızda, yaratılış felsefesinin toplumsalhayata mutlak olarak hükmettiği çağlarda, insanlarıntoplumsal konumlanışı ve bu konumlanış sonucu, üretim araçlarına sahip olan sınıflarla üretim gücünü oluşturan emekçi sınıflar arasındaki çelişkiler yumağında, yaratılışçıların sürekli ya üretim güçlerine sahip olan ezen sınıfların yanında olduğu veya bizzat ezen sınıfı oluşturdukları vurgusunu yapmış ve yaratılışçı felsefe ile varoluşçu felsefeyi de birbirinden ayran karşıtlıklardan en önemlisinin bu ayrım olduğunu belirtmiştik. Bu yazımızda ise her iki felsefenin ayrım noktalarından biri olan özgür irade kavramı üzerinde durmaya ve Alevilik inancının bu kavrama nasıl yaklaştığını, kendimizce ne anladığımızı ifade etmeye çalışacağız.

İçinde yaşadığımız milenyum çağında, bilimin geldiği nokta itibarı ile yaratılış felsefesine inananların, yaratılışa yönelik öne sürdükleri argümanların tümünün gerçekdışı olduğu ispatlanmış olsa dahi, yine de ilahi bir yaratıcının her şeyi yarattığına inanıyor olmaları, yani sorgusuz-sualsiz bir yaratıcıya iman ediyor olmaları, bizler açısından bir yere kadar sorun teşkil etmeyebilir. Zira asıl sorun, bu yaratılış düşüncesinden bir teoloji üretiyor olmalarıyla karşımıza çıkmaktadır.

Bir önceki yazıda da vurguladığımız üzere; Tanrılarına “Aklıma vesvese düşürme” diye dua edenler, aslında tanrılarına “Aklım iyi çalışmasın” diye yalvarıyorlar demiştik. Yine aynı yazıda insan beyninin, insan neslinin evrim süreci içinde ortalama üç misli büyüdüğünü ve daha gelişkin bir organ haline geldiğini, bu vesileyle tanrılarına yalvaranların dualarının pek de tutmadığını gördüğümüzü belirtmiştik.

Buraya kadar yazdıklarımızdan çıkarabileceğimiz en belirgin unsurun, her iki koşulda da “Özgür İrade”unsuru olduğunu kabul etmemiz gerekir. Öyle ya varoluş felsefesinde de yaratılış felsefesinde de birey kendi düşüncesinde özgürdür. Asıl ayrılık tam da yaratılışçıların inandıkları tanrıdan emirler almaya başladıklarını iddia ettikleri yani teoloji üretmeye başladıkları zaman ortaya çıkmaktadır. Çünkü varoluş felsefesini savunagelen bizler, hala özgür irade ile düşünüp karar verebilmekteyiz ama yaratılış felsefesini savunanlar için durum hiç de öyle değildir. En azından inançlarından teoloji üretenler açısından durum böyledir.

Genel anlamda teoloji, tanrılardan emirler çıkarma işidir. Yani tanrıya inanırsınız ve o tanrı sizin yaşamınıza doğrudan müdahale ederek emirler verir ve bu emirleri yerine getirmezseniz sizi cezalandırır. Bu durumda doğrudan dünyevi olaylara müdahale eden tanrı, kendi yarattığı alemdeki olaylara karar veren bir “üst akıl” olarak insanın özgür iradesini elinden alır.

İrade özgürlüğü elinden alınan imanlı bireyin, dünyevi olayları düşünmesi, kendi özgür iradesi ile kararlar verip, kendi sorunlarını çözmeye çalışması mümkün değildir. Her hal ve şartta, tanrıya iman eden kişinin, kendi hayatında meydana gelebilecek dünyevi olaylarla ilgili üst akıl olan tanrının ne karar verdiğine bakması ve ona göre pozisyon alması gerekir.

İmanla ilgili olarak şu da söylenebilir, “İman eden kişinin, kendi yaşamı ile ilgili olarak özgür iradesini tanrıya ihale etmesinin toplumun geri kalanına ne gibi bir zararı olabilir ki ?İlk bakışta bu soru ziyadesi ile masum gibi duruyor, ancak eğer iman edilen tanrı, kendisine iman eden bireyin sadece kendi hayatına ilişkin bir dizi ahlaki kurallar getirmekle yetinmeyerek, imanlı kişinin yaşadığı topluma da müdahale etme emri vermiş olması durumu, bu sorudaki romantik masumiyeti ortadan kaldırmaktadır. Yani üretilen teoloji ile tanrı, tebliğci bir din indirmiştir. İman eden kişi için artık, toplumun geri kalanının da kenditanrısına iman etmesi gerekir. Eğer toplumu dönüştürme görevinde başat rolü de kendisi oynayacaksa, o kişi peygamber vasfıyla görev yapacak demektir. Böylece, özgür iradenin kitlesel halde yok edilmesi, salgın bir hastalık haline gelir. Akıl hastalığı halindeki bu salgının yayılması, tebliğci dinlerin yayılması ile doğru orantılıdır.

Tekrar bir önceki yazıdan alıntı yapacak olursak, Alevilik’in temelde yaratılışçı değil, aksine varoluşçu bir inanış olduğunu vurgulamıştık. O halde Alevilik, binlerce yıl kendisini bu salgından nasıl korumuştur ?Aslında bu sorunun cevabı her çağ, coğrafya ve toplumsal koşullara göre değişmektedir. Sadece bu yönüyle bile değerlendirmeye kalktığımızda, Alevilik’inevrimci bir yanı olduğunu da söylemek yanlış olmaz.

Alevilik’in tüm baskılara rağmen yaşanageldiği çağlar boyunca, insanların üretim ve bölüşüm ilişkileri, toplumsal çelişkileri, dilleri, kültürleri, birikimleri v.s. bir dizi unsuru göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Tüm tarihsel süreçlere tek bir ayna tutarak Alevilik’i anlamaya çalışmak olanaksızdır. Her tarihsel süreci kendi somut koşullarıyla birlikte değerlendirip, buradan edineceğimiz bilgilerle somut tahliller yapmamız gerekir. Aksi halde Alevilik’ibugünkü teist inanışların gözlüğü ile görmek, tanımlamak ve o zemine oturtmak zorunda kalacağımız bir açmaza düşeriz. Günümüzde birçok Alevi inanç önderinin de yaptığı şey bundan farksızdır. O halde Alevilik konusunda her neyi merak ediyorsak, hiç kuşku yok ki bilimsel bir yol izlemek ve ona göre Alevilik’ianlamaya çalışmak zorundayız. Pir Bektaşi Veli’nin tümcesi ile “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” desturundan vaz geçmemek gerekiyor.

Alevilik’in tarihi ile ilgili en vaz geçilmez kaynaklarımız hiç kuşku yok ki ozanlarımızdır. Ozanlarımız aynı zamanda bu inanışın filozoflarıdırlar ve Alevilik’in tesit inanışlardan kendini nasıl koruduğuna ilişkin en belirgin örnekleri de onların dizelerinde buluruz.

Ozanlarımız, mikro ve makro kozmos ölçeğinde evrene dair öğrendikleri bilgilerin tümünü “Hakikat olarak kodlamışlar ve dizelerinde gerçekliği hakikat kavramı ile ifade etmişlerdir. İnsani duyu organlarımız aracılığıyla ve yaşadığımız çağın teknolojik imkanları ile öğrendiğimiz ve öğrendiğimiz için bildiğimiz her bir bilgiye “Hak” diyerek gerçek bilgi olduğunu kabul etmişlerdir. O halde “Hakka Varmak” tabirinin Bilimsel Gerçeğe Ulaşmak” manasında kullanıldığını,“Hakikate Varmak” tabirinin ise Bilimsel Gerçekliğe Ulaşmak” manasında kullanıldığını anlamak hiç de zor değildir.

Teist inanışların hak dedikleri kavramın karşılığı “Tanrı” anlamına gelmekle beraber, hakikat olarak kabul ettikleri kavramın karşılığı ise “Tanrının Yasaları” anlamına gelmektedir. Oysa ki Alevilik’te, bu durumun tam aksine bir kavrayış söz konusudur.Alevilik’te hakikati meydana getiren kuralların “Doğanın/Evrenin Yasaları” olduğuna inanılır.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki; İnanç ve İman kavramları birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü iman, bilimsel hiçbir veriye ihtiyaç duymadan sorgusuz-sulasiz herhangi bir şeye inanmak olarak tanımlanabilirken, inanç, hem imani hem de bilimsel her türlü şeye inanmak olarak tanımlanabilmektedir. Yani insanlar, iman etikleri şeylere de inanabilirler ya da sadece bilimsel yöntemlerle ispatlanmış olan şeylere inanabilirler. Alevilik, bilimden gidilmeyen yolun sonunu karanlık gören bir inanca sahip olduğundan, imana dayalı bir inanç değil, aksine bilimsel verilere dayalı bir inancı temsil etmektedir.

DEVAM EDECEK…

Felsefe yoldaşınız, bilim yardımcınız olsun. Gerçekler demine hû,

Aşk ile.

Murat KILIÇ

13.09.2020

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*


Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.