Kur’an İslam – Bazı Sorular!
Hasan Harrani – 17.7.2020
Burada anlatmaya çalışacağım konu, kesinlikle ne Kuran a ne de herhangi başka bir kitaba art niyetli ve hissi davranışlarla yaklaşımım yoktur. Evvela bunu herkesin bilmesini isterim.
Bu kitaplar hakkında konuşmaya çalışıyorsak, yorum ve eleştiriler yapıyorsak birkaç sebepten dolayıdır.
Gerek Kuran ve gerekse de diğer kutsal kitapların kendi içinde taşıdıkları uyumsuz, çelişik bilgiler ve dizin karmaşası;
Kitaplardaki bilgi ve derinliğin ve kapsamlılığın günümüz insan bilincinin ve derinliğinin çok gerisinde olması ve buna rağmen bu bilgi ve emirlerin zorla ilahi kelam olarak dikte ettirilmesi;
Hala da bunu insanlar ve toplum üzerinde bir baskı, şiddet ve zorbalık aracı olarak kullanılması.
Bütün dinsel kitaplarda olduğu gibi, Kuranın da kendi içinde sayısız tutarsızlık, bütünsellikten uzak, konu anlatımında adeta daldan dala atlama şeklinde seyir esen bir durum söz konusudur.
Hal böyle olunca aklı başında olan herkes bütün bu metinler üzerinde itilafa düşmekte ve sorgulamaya çalışmaktadır. İnananların işi aslına göre tebliğ ve kabul ettirmeye çalışsaydılar belki de bu kadar itilaf ve sorgulama gereği ortaya çıkmazdı.
İşin en ilginç tarafı şu ki, katı inananlar nedense inandıkları metinleri sahip oldukları anlamların çok uzağında bir anlama ve algılayış şekline sahip olmalarıdır. Bu durum aklı başında olanları birkaç kat daha ileri bir sorgulamaya itiyor. Sorgulama geliştikçe gnostik bilgilerin içyüzünün ifşası yanında muazzam bir tarih ve sosyo-kültürel süreçlerin de sırrının çözülmesine neden oluyor. Bu işin diğer heyecan verici bir noktasıdır. Ancak biz buraya girmeyelim.
Ancak üzerinde durmaya çalıştığımız konu, öyle kolay anlaşılmasını sağlayacak bir sihirli yaklaşımımız yoktur. Aklımızın ve sorgulama gücümüzün el verdiği oranda çözümlemeye çalıştığımız bir konudur.
İslam kitabı sözsel hüküm konusunda diğer kitaplardan gerçekten de daha üstün ve kathidir. Ancak üstün ve kathi olması doğruluğunu ve hakikiliğini kanıtlayan konular değildir. Tedrici özelliğinden çok dikte esici yanı baskındır. Zaten sorun da buradan çıkmıyor mu?
Kuranın genel örüntüsü ve ayetlerin yüklü oldukları anlam ve vermeye çalıştığı mesaj, hatırlatmaya ve bize vermeye çalıştığı bilgilere baktığımız zaman, bir zamanın kayıttı veya anlatımı olmayıp, birçok zamanların dili, ruhu ve aktarımı olduğunu sayısız ayetlerden anlıyoruz.
Zaten sahip olduğu sayısız özne ve zamir görüntüsüyle bu anlatımın bir dönemin anlatımı ve bir ağızdan bir tebliğ ifadesi olmadığını anlıyoruz. Bazen Allah’ın kendisi, bazen birden fazla çoğul bir ifade ile bir kurulun ortak görüşü olarak anlatıldı, bazen de ikinci bir şahsın aktarıcı pozisyonda kalması bütün bu karmaşayı önümüze sermektedir.
Dolayısıyla bu durum, Kuranın açık bir şekilde birçok kere elden geçtiği, üzerinde çalışıldığı, görüş birliğine varılarak aktarıldığını gösteriyor. İster istemez ekleme-çıkarma tartışmasını da meşru bir sonuç olarak kendisi doğurmuş oluyor.
İslam tarihinin insana en çok can alıcı sorular sordurttuğu bazı dönemleri var.
Nedir o dönemler?
Tabi ki de Muhammed’in hayatının son döneminden Muaviye’ye kadar ki döneme ait İslam’ın elle tutulur, ciddi bir eser bırakmamış olmasıdır.
İnsan sormadan edemiyor. Bir din ki kendini hak din olarak ilan eder ve bütün dinlerden üstün ve hakiki olduğunu iddia eder. Ama yarım asır boyunca fikri, felsefi ve zamanına dair bir kayıt ve düşünce egzersizi yapılmamış olması anlaşılır bir durum değildir.
İnsanın aklına iki olasılık gelir. Ya o dönemde Arap yarım adasında entelektüel alimlerin olmayışı söz konusudur, ya da bir şeyler yazdılar da Abbasi dönemi ya yok etti, ya da tahrif edip, teliflerine aldılar. Ama teliflerine almaktan çok varsa evvellerine ait bir kayıt veya eser yok ettiler. Mühim görmüş oldukları bazılarını da muhtemelen kendi mantıklarına uyarlayıp, düzelttiler.
Ekleme çıkarma olayı varsa (kanımca vardır ve bunun emareleri de çoktur) Abbasilerin Emeviler’in hâkimiyetine son verdikleri dönemde olmuştur.
Burada bir şey hatırlatmak isterim. İslam alimlerinin Muhammed’in yaşadığı son 10 yıldan itibaren ta Muaviye dönemine kadarki süreç 50-60 yıllık bir dönemdir.
Bu dönemde İslam neşriyatı, öze dönüş noktasında rücuatı ve içtihattı hiç mi olmadı? Olmaması mümkün mü? Yani bir kitap nasıl oluyor da “nuzul”undan sonra üzerinden 3 kuşak geçer ve hala eser verecek alimlerini yetiştirmemiş olsun.
Rivayet şudur ki, bu dönemde önemli eserler verilmiş. Ancak Abdullah bin Zubeyr’in Eski Mekke’yi yıkıp, Kabe’nin eşyayı mukaddeslerini taşıtıp, şimdiki Mekke’nin bulunduğu yerde yeni Kabeyi inşa etmesiyle birçok şeyi de yok edip yeni bir başlangıç yapmaya çalıştığı tezidir.
Abdullah bin Zübeyir durup dururken bir Kabe’yi inşa etme gereğini duymamıştır. Mekke ve Şam arasında ciddi bir dini görüş ayrılığı olduğu açıktır. Böyle bir görüş ayrılığı olur da tartışma, mektup, makalat üretilmiş olamaz mı? Tartışmanın olduğu yerde bu tartışmaları aktaran, telkin eden, tebliğ eden kayıtların, belgelerin olmaması mümkün müdür?
Tabi ki de mümkün olamaz.
Peki o zaman bunlara ne oldu? Kim bunları yok etti? Neden yok etti? Orada bugünkü İslam’dan farklı ne vardı da geleceğe taşınılmasına izin verilmedi?
Sorular çoğaltılabilir. Ancak biz yine konumuza dönelim.
Ama şu da var. Neşriyat ve ilim noktasında Araplar o dönemde Farslar ve Süryani’ler, Keldani’ler kadar yetenekli ve alim değiller. Kendi gnostisizmini inşa edecek derinlikte ve yetenekte değiller.
Aslında ilk bir araya getiriliş, muhtemelen Muhammed zamanında etrafında bir araya gelmiş Yahudi, Keldani, Sabiler ve Farısiler ile tabi ki de Kürtlerden müteşekkil yazıcılar konsili tarafında olmuştur.
Ancak bu birinci inşa süreci muhtemelen ifade ediş şekli bakımından daha hakkaniyetli, adil ve sorunlar ile ilişkili idi. Dolayısıyla iktidar korumacılığı ve mülkiyet kayırıcılığı hükmünde ayetler ya daha zayıf, ya da yoktu. İkinci inşa gereği ve zaruriyeti iktidar gücünün olgunlaştığı dönemde ortaya çıkıyor. Meşruiyetini hüküm altına alacak ayetler keskin değilse zaten çıkmak zorunda. Osman dönemi bunu değiştirmekten çok,-muhtemelen kısmı ifade değişiklikleri de yapmıştır, ayetleri, hükümleri yok etme yoluna gitmiştir. Bu dönem aslında Emeviler döneminde başlamış ama nihai vuruşu deyim yerindeyse mührü basan Abbasiler olmuştur.
Evet, İkinci inşa süreci Abbasiler dönemidir. Bugün Emevi geleneği dediğimiz şey, aslında Farisilerin saray geleneğidir. Muaviye ile oğlu Yezid’in Mekke’den erken bir şekilde ayrı düşünmeye başlamaları idari, fikri ve ekonomik alanda Mekke’den yol ayrımına girmelerinde Şam sarayındaki Farisilerin danışman konumunda olmalarından kaynaklı yönetme sanatında etkin olmalarıdır. O yüzden Abbasiler Emevilere son vermiş olmalarına rağmen oluşturdukları idari sisteme karışmayıp, olduğu gibi sürdürmüş olmaları boşuna değildir. Çünkü o yönetme biçimi onların imzasız eseriydi. Onlar sadece sarayda yönetmelerine son verip, kendi eseri olan yapıyı sürdürmüşler.
Tabi neşri ve içtihadi gelişme en çok bu dönemde gerçekleştiğini görüyoruz. Bu rastlantısal bir durum değildir.
Hasan Harrani – 17.7.2020
İlk yorum yapan olun