“İnsan pek mecnundur. Bir sinek kurdunu nasıl yaratacağını bilmez, ama gider düzineyle Tanrı yaratır.” (Montaigne).
Diyalektik düşünmeyi kavrayamayan insan için sonsuzluk düşüncesini kabul etmek zordur. Sonsuzluk düşüncesi, her şeyin bir başlangıcının ve sonunun olduğu düşüncesiyle, nesnelerin sonlu olduğu düşüncesiyle zıtlık içindedir. Sonsuzluk düşüncesi dinlerinin birçoğunun öğretileriyle de, tasarımlarıyla da uyuşmaz. İlkçağdan başlayarak söylersek tek tanrılı olsun panteist olsun dinlerin birçoğunun kendi yaratılış efsaneleri vardı. Dinlerin bir ilk oluş tarihi vermeleri ise matematik hesaplarının gelişmesiyle bir tarih yapma, tarih başlatma düşüncesiyle makul gibi görünen bir ilk oluş tarihi belirlenmiştir. Yahudi din adamları Yaratılış tarihini İ.Ö. 3760 olarak tasarlamışlardır ve Yahudi takvimini de bu tarihten başlar. Ortaçağ’da (1658), Piskopos Ussher evrenin İ.Ö. yaratılışını 4004 olarak hesaplamıştır. 18. yüzyıl süresince evrenin en fazla altı ya da yedi bin yıl yaşında olduğu düşünülmekteydi.
Kant, 1755’te “ada evrenler” olarak adlandırdığı uzak yıldız kümelerinin varlığını öne sürmüştür. Buna karşın 1920’li yıllarda hala tüm evrenin, sadece 200.000 ışık yılı çapında olabileceği ve sadece üç galaksiden oluştuğu tahmin ediliyordu. Bu düşünce Amerikalı kozmolog Edwin Powell Hubble’nin 100 inçlik teleskob kullanarak Andromeda Bulutsusunun galaksimizin çok daha uzağında olduğunu göstermesiyle son bulmuştur. Ardından, ondan daha uzak yeni galaksiler keşfedildi. Kant’ın “ada evrenler” hipotezinin doğruluğu ispatlanmış oldu. Bütün bu gelişmeler şimdi evrenin on milyarlarca ışık yılından daha geniş olduğunun düşündürüyor ve zamanla bugünkü hesaplamaların bile yeterli büyüklüğe hiçbir şekilde yaklaşmayacağı öngörülüyor. Çünkü evren sonsuzdur. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce evrenin yaşının sadece iki milyar yıl olduğu düşünülüyordu. Yeni hesaplar yapıp kesin bir tarih vermeye hiç kimse yaklaşmamaktadır artık. Teleskobun icadıyla birlikte başlayan teknolojinin gelişimi evrenin sınırlarını yavaş yavaş hep daha uzağa itti. Aristoteles ve Ptolemaios zamanından beri insanların aklını kuşatan kristal kürelerle her şeyi öngörmeler ve kitaplı kitapsız dini önyargıların bilimsel veriler sunmanın ve gerekçesiz inandırmanın sonu gelmiştir.
Son zamanlarda tespit edilen ve bilim dünyasının bilimsel verileriyle ortaya konan en önemli gelişme ise “yüksek enerjili, yoğun radyasyona sahip olan ve milyarlarca yıl önce yaşanan Gama patlamasının 4 Eylül (2005) günü dünyadan üç dakika boyunca gözlenebildiği. Çok büyük bir yıldızı yok ederek kara delik haline getirdiği sanılan ‘GRB05904’ kod adlı patlamanın yaklaşık 13 milyar ışıkyılı uzakta gerçekleştiği” biçiminde hesaplandı. Evrenin gözlenen bu patlamadan milyar yıl önce oluştuğu tahmin ediliyor. Aslında pencerenin önüne daha yeni gelinmiş durumda. İnsanlık yeni keşiflerle yolunu bulacaktır elbette. Bildiğimiz evrenin sınırında meydana gelen bu ‘büyük kozmik’ patlamanın ışığının Dünya’ya ulaşmasının 13 milyar yıl sürmesi aklımızın sınırlarında oluşmuş olan üç beş bin yıllık dünya/evren oluşumunu yıkmaya yeter herhalde. Yoksa tasavvufun gözlemsiz sınırlarında kalmaya devam etmek ancak bugünkü dünya ile tasavvufi yaşamın sırlar dünyasını karıştırırız. Tasavvuftaki gerçeklerle yaşadığımız günün bilimsel verilerinin birbirini tutmaması tasavvufu yok saymamızı değil onun başka anlamlarla iç içe olduğunu bize göstermektedir. Başlangıçta yaşamımıza dair her şeyle ilgilenen öğretinin zamanla sınırlarına çekildiği ve insanın felsefi ve inançsal sorularına yöneldiğini görmek gerek.
İnsan yaşamının olduğu her yerde evrenin, dünyanın, insan dahil tüm canlıların kim tarafından veya nasıl yaratıldığı sorulmuş ve kimi yanıtları evrende aranırken kimi yanıtları da dini kitaplar ve efsanelerde aranmıştır. İnsan, doğasal yaşamı anlamlandırmak için, doğuma, ölüme anlam kazandırmak için nereden gelindiğini bilmek veya kolayca dayandırmak istemiştir. Bu birçok yaşamsal, kültürel, doğasal gerekçeyi olduğu gibi yaratılışla ilgili çeşitli inançların da ortaya çıkmasına neden olmuştur. İlkel toplumlar yumurtadan, hayvanlardan, tanrının ol demesinden, sonsuz su gibi şeylerden veya gerekçelerden türediğimize inanmışlardır. İlkel toplumlarda bilgelik ve bilim veriler yerini düş gücüne bırakır. Doğal olgular basit ve düşsel yorumlarla açıklanır. Kimi öyküler daha akla yatkın veya daha gizemli, daha korkutucu/sempatik bulundukça inançların her şeye yanıt bulmaları gibi yaratılışa da yanıtlar oluşmuştur. Yaratılışların çoğunda Tanrı, kendisine hizmet etmesi için insanları çamurdan(balçıktan) biçimlendirmiş; çoğunlukla –çömlekte olduğu gibi- güneşte kurutmuştur. Ardından insana ‘can’ vermiştir. Bu sayede Tanrı yalnızlıktan kendisini kurtarmış, hem de günlük işlerinde kendisine hizmet edecek ‘hizmetçilere’ sahip olmuştur. Birçok efsanede –gerçekleşen doğa olayları- insanların yanlışa düşmesi nedeniyle tanrılar insana öfkelenmiştir. Bu nedenle insanları yok etmek ve cezalandırmak için –hala inançsal ve doğasal gizemini koruyan- doğaüstü olaylar yaratmışlardır. Doğal olarak gerçek bilimin var olmadığı dünyamızda, insanlar bu gibi düşsel tasarımlara gerçek gözüyle bakıyordu.
Binyıllardır biriktirdiğimiz ve insan aklının düş sınırlarının, yaratıcılığının olduğu kadar düşün ve akıl gücünün/kimliğinin de nasıl bir yolda gittiğini göstermek açısından mitolojik veriler çok önemlidir. Mitoloji beş ana dalı ayrılır. Bunlardan birincisi tanrıların nasıl oluştuğunu açıklayan Teogoni; ikincisi evrenin nasıl yaratıldığını inceleyen Kozmogoni; üçüncüsü insanın nasıl türediğini/yaratıldığını inceleyen Antropogoni; dördüncüsü insanların geleceği, yaşamı ve dünyanın nereye gideceği, ruhun ölümsüzlüğü, cehennem, cennet, ölenlerin belli bir sonda yeniden dirilişleri, kıyamet, yeniden doğuş gibi geleceğe ilişkin konuları kapsayan Eskatologya; beşincisi ise Etioloji’; bir olgunun, bir kurumun, bir adın, bir nesnenin kökeni, bir doğa öğesinin kökeni ve nedenini açıklayan öyküleri kapsar. Doğa bilimlerinin olmadığı çağlarda kozmogoni ve antropogoni de, teogoni gibi, mitolojik alanın sınırları içindeydi. Bilimsel veriler yerine hayal gücü ve bilimdışı tahminlerle evrenin, canlıların, doğanın doğaüstü olayların oluşumu da, Tanrı tasarımlarında olduğu gibi düş gücüyle açıklanıyordu.
Farklı Toplumlarda Evren Tasarımı
Yaratılış efsanelerinin çoğu “Enuma Eliş” sözü ile başlar. Bu söz “Başlangıçta göklerde” anlamına gelir. Bu söz Babil yaratılış efsanelerinde M.Ö. 2000 yıllarında tabletlerde yazılıdır. Sümer yaratılış efsanelerinde, gökyüzünün henüz bomboş olduğu bir ön zaman’da, biri dişi ve biri erkek iki Tanrı olarak tasarımlanmakla beraber, tatlı ve tuzlu suların varlığı ileri sürülmektedir. İskandinav tasarımlarında tanrılar sıcak buharlarla buzlu sislerin karışımından meydana gelirler. Hint tasarımları ilkin doğanın varlığını kabul etmişler ve onu Brahman adı altında soyutlaştırmışlardır. Brahman, giderek Brahma, Vişnu, Siva adları altında üç görünümlü tek bir Tanrı olarak belirir. Mısır tasarımlarında başlangıç, su ve bataklık, eşdeyişle doğadır. Zamanla sular alçalarak bir bataklık ada meydana çıkar, bu adada bulunan bir yumurtadan da kaz biçiminde Tanrı Ra oluşur. Japon tasarımları da ilkin biçimsiz bir yumurtanın varlığını kabul eder, tanrılar gökyüzü ve yeryüzüyle birlikte bu yumurtanın tohumundan oluşur. Kimi Japon yaratılış efsanesi gökyüzüyle birlikte insanın da varlığını ileri sürerler. Bu tasarımlara göre, insan göğe sihirli bir mızrak atmış ve yeryüzünün bütün varlıkları bu mızrağın deldiği delikten dökülmüştür. (Bazı anlatımlarda ise sihirli mızrağı genç tanrılardan bir çifte verirler ve onlarda bunu denize batırıp karıştırırlar, dipten çıkan balçıkla toprak oluşur.) Demek ki yeryüzünde bulunan her şey gökyüzünde de vardır. Bu Japon tasarımı aynı zamanda, yer ve yerüstü’yle birlikte, gene her şeyin var bulunduğu bir yeraltı ileri sürmektedir. Çin yaratılış efsanelerine göre tüm evreni içeren bir yumurta vardır. Yumurtanını içinde Pangu oluşur. Pangu evrene düzen vermek için yumurtayı parçalayarak içinden çıkar. Bu tanrısal varlık havayı yeryüzü ve gökyüzü olmak üzere ikiye böler. Çok yorulduğu için de uykusunda ölür. Pangu’nun ölüsü çözülüp dağılmaya başlar. Soluğundan rüzgarlar, sesinden gök gürültüleri, saçlarından yıldızlar, gözlerinden güneş ve ay, terinden yağmurlar, gövdesinden dağlar, kanından ırmaklar ve denizler, kıllarından bitkiler ve ağaçlar meydana gelir. Nigaju-Dayak’lar başlangıçta iki dağın varlığını ileri sürerler, gökler ve yerler bu dağların birbirlerine çarpmasından meydana gelir.Tevrat’a göre ise başlangıçta Tanrı, gökleri ve yerleri yarattı. Ve yer ıssız ve boştu. Ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı. Ve tanrının ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu (Tevrat, Tekvin, Bap I). Karanlık ve su, biri göğe ve öbürü yere bağlı olarak doğanın bu iki parçası, tanrılık irade dışında, yer ve gökle birlikte kendiliğinden meydana çıkmaktadırlar: Ve Tanrı dedi: Işık olsun. Ve ışık oldu. Ve Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü, ışığı karanlıktan ayırdı (İbid, 3-4), Ve Tanrı dedi: Sular bir yere biriksin ve kuru toprak görünsün. Ve böyle oldu. Ve tanrı bunun iyi olduğunu gördü (İbid, 9-103).
Bütün bu tasarımlarda görüldüğü gibi, ilkin su, hava, dağ, buzlu sis, sıcak buhar, gök, toprak, yumurta vb. biçiminde bir doğa vardır. Evren ve tanrılar bu doğadan oluşurlar. Dünya, genellikle, tanrılar tarafından meydana getirilir ya da tanrısal bir varlığın parçalanışından meydana gelir. Dünyalı varlık insan da genellikle tanrılarca yaratılır. İnsanın, bir yaratıcıya, gerek duyulmaksızın, kendiliğinden oluştuğunu ileri süren yaratılış efsaneleri de vardır.
Farklı Efsanelerde İnsanın Yaratılışı
Gılgamış destanı: “Ellerimi yıkadım. Bir parça çamur koparıp yazıya attım ve bu yazıda, kahraman engidu’yu yarattım.” Sümer’lilerin enuma-eliş destanı: “Bunun üzerine ben de ea’nın yardımını istedim. Toprağı, kingu’nun kanıyla yoğurdum. İlk insanı meydana getirdim.” Hesiodos Destanı’da ise: “Namlı, şanlı Hephaisdos’u çağırdım hemen. ‘Bir parça topral al, suyla karıştır’ dedim. ‘İçine insan sesi koy, insan gücü koy.” Çinliler: “Havayı toprak ve yeryüzü olarak ikiye böldüm. Sonra öldüm. Nefesimden rüzgarlar, sesimden gökgürültüsü, gözlerimden güneş ve ay, vücudumdan dağlar, kanımdan ırmaklar ve denizler, saçlarımdan yıldızlar, terimden de yağmur meydana gelmiş. Daha sonra çürüyen bedenimde kaynaşan böceklerden insanlar –veya kıllarının arasındaki bitkilerden, balıklar ve insanlar- oluşmuş.” Mısır’da Luxor tapınağı’nda bulunan kabartma bir resim: “Kral Amonhotap III olarak betimlenen tanrı Khnemu çömlekçi çarkında erkek ve dişi iki insanı yaratıyor.”
Yunan efsaneleri’nden: “Gözyaşlarımla toprağı çamur haline getirdim ve yoğurdum (prometheus), bir insan heykeli yaptım. Sonra bu heykele ruh verdim. Böylece ilk ölümlü yaratıklar oluştu.”
Kuran’da ise: “And olsun ki, biz insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra da onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik, derken o kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere de et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratık yaptık.” (Mü’minün, 12-16 ayetler.)
İslam’ın kutsal kitabı Kuran ilk insanın yaratılışını böyle anlatır. Daha birçok surede aynı açıklama ile karşılaşıyoruz: “Hakikat biz onları cıvık çamurdan yarattık.”(Es safaat,11), “O, insanı bardak gibi çınlayan kupkuru bir balçıktan yarattı.”(Er-rahman,14) Sad suresi’nde ise: “Rabbin o münazara zamanında meleklere demişti ki: ‘Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onu tamamlayıp içerisine de ruhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal ona secdeye kapanın: Bütün melekler toptan secde etmişlerdi. İblise gelince, o büyüklük taslamış ve kafirlerden olmuştur. Allah: ‘Ey iblis, kudretimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir? Böbürlendin mi? Yoksa gururlandın mı?’ dedi. İblis :’Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın’ dedi.” (sad:71-76) Kuran’a göre, Adem çamurdan yaratılmıştır, sonra onun kaburga kemiğinden Havva, sonra ikisinin birleşmesinden Habil ile Kabil.
Tevrat göre yaratılış ise şöyle gerçekleşir: İşte bulmuştu, okudu: “Ve Allah dedi: ‘Suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım. Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı, onu Allah’ın suretinde yarattı. Ve rab Allah yerin toprağından adam’ı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam yaşayan can oldu. Fakat adam için kendisine uygun yardımcı bulunmadı. Ve rab Allah adam’ın üzerine derin bir uyku getirdi ve o uyudu ve onun kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle kapladı. Ve rab Allah, adam’dan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu adam’a getirdi.”
Büyü ve dinin kökenlerini araştıran klasik antropoloji çalışmasında Sir James Frazer şunları yazıyor: Bir vahşinin, daha gelişkin insanların doğa ve doğaüstü arasında çizdiği ayrımı anlaması pek zordur. Ona göre dünya büyük ölçüde doğaüstü güçler tarafından, yani kendisininki gibi itkiler ve dürtülerle hareket eden, yine kendisi gibi, kendisine yapılan merhamet, umut ve korku çağrılarına göre davranmaya müsait kişisel varlıklar tarafından işletilmektedir. Böyle tasavvur edilen bir dünyada doğanın gidişini kendi yararına etkileme gücü ona sınırsız görünür. Dualar, vaatler ve tehditler, tanrılardan iyi hava koşulları ve bol mahsul koparmasını sağlayabilir; ve eğer bir tanrı, zaman zaman onun da inandığı gibi, onun kendi kişiliğinde yeniden canlanacak olursa, o zaman daha yüksek hiçbir varlığa başvurma ihtiyacı duymaz; kendisinin ve hemcinslerinin mutluluğunu arttırmak için gerekli tüm güçleri kendisinde toplamıştır.[1]
Neredeyse tüm dinlerde varolan yaratılış efsaneleri, şaşmaz biçimde imgelerini gerçek hayattan alırlar, örneğin, şekilsiz kile şekil veren çömlekçi imgesi. Gordon Childe’ın düşüncesine göre, ilk kitap Tekvin’deki Yaratılış hikâyesi, Mezopotamya’da “başlangıçta” toprağın gerçekten sulardan ayrılmış olduğu, ama bunun ilahi müdahaleyle olmadığı olgusunu yansıtmaktadır. İnsanın dünyayı ve onun içinde kendi yerini açıklama yolundaki en eski çabaları mitolojiyle iç içe geçmiştir. Babilliler, Tanrı Marduk’un, toprağı sudan, göğü de yerden ayırarak, “kaos”un içinden “düzen” yarattığına inanıyorlardı. Yahudiler Kutsal Kitabın Yaratılış efsanesini Babillilerden alarak sonrasında onu da Hıristiyan kültürüne aktarmışlardır. Bilimsel düşünce doğayı anlamada akılcı tasarımlara ulaşmak için çaba göstermesiyle başlamıştır.
Kozmolojinin öncülerinden E.A. Milne, “Görelilik, Kütle Çekimi ve Evrenin Yapısı” adlı kitabında (1935) şu sonuca ulaşıyor: “Evreni benzettiğimiz sistem, anlaşılabilir bir sistemdir. Yaratılış adını verdiğimiz yüce mantıksızlıktan başka hiçbir mantıksızlık içermez. Yaratılış da aslında fiziğe göre mantıksızlık olabilir ama metafiziğe göre değildir… Teorik kozmoloji daha derin felsefi bir araştırmanın başlangıç noktasıdır.”
Stephen Hawking; “Zamanın ve uzayın başlangıcı gibi kavramların, gelişmekte olan Kuantum kütle çekimi teorisinden sonra tanımlanması daha uygun olur. Bu durumda uzay-zamanın herhangi bir sınırı yoktur. Evrenin sınır şartı, hiçbir sınırın bulunmamasıdır. Evren kendini içerir ve kendi dışındaki hiçbir şeyden etkilenmez. Yaratılamaz ve yok edilemez. Yalnızca olur. Bir başka deyişle, her zaman böyle olduğu için şu anda da böyledir.[2]
Richard Dawkins, insan beyninin özel olarak Darwinciliği yanlış anlamak ve inanılması güç bulmak için tasarlanmış gibi olduğunu söylüyor. Ve bunu şöyle açıklıyor: Darwinciliğe inanmamamızın nedenlerinden biri de, beyinlerimizin evrimsel değişime özgü zaman ölçeğinden tümüyle farklı zaman ölçeklerinde geçen olaylarla uğraşmak üzere yapılanmış olmasıdır. Saniyeler, dakikalar, yıllar ya da en fazla on yıllar alan süreçleri anlamak üzere donanmışız. Oysa Darwincilik, tamamlanması yüz binlerce, milyarlarca yıl sürecek kadar yavaş gerçekleşen birikim süreçlerine ilişkin bir kuramdır. Neyin olası olduğuna ilişkin tüm yargılarımız bu ölçekte müthiş yanlış çıkıveriyor. Darwinciliğe karşı olanların en büyük iddiası, bu derecede bir rastlantının var olamayacağıdır. Dawkins ise bunun bir rastlantı olmadığını ve “birikimli seçilim” olduğunu söylüyor
Kara delik konusunda çalışan Einstein ve Nathan Rosen’in: Kara Delik tünellerinin dibi yoktur, yani sonu yoktur. Burada, uçlarından birbirlerine bağlı iki huni söz konusudur. Birleştikleri nokta, tünelin “boğaz” kısmını oluşturur. Dolayısıyla tünelin bir ucundan giren bir nesne, merkezdeki ya da boğazdaki olağanüstü çekimin etkisiyle, tünelin öbür ucundan dışarı fırlatılır. Öyleyse öbür yanda ne vardır? Öbür yan, yeni bir evrendir, ilkinden tamamıyla farklı bir evrendir bu.
Bir görüşe göre; Diyalektik materyalizm evreni Einstein ya da Newton gibi statik veya sürekli “denge” durumunda bir varlık olarak değil, sonsuz bir varlık olarak kavrar. Madde ve enerji yaratılamaz veya yok edilemez; periyodik patlamaları, genişleme ve daralmaları, itme ve çekmeleri, hayat ve ölümü içeren sürekli bir hareket ve değişim süreci içindedir. Bir veya birçok büyük patlama düşüncesi aslında olmayacak bir şey değildir. Buradaki sorun bambaşka bir şeydir; sorun, gözlemlenmiş kesin bir olgunun mistik bir yorumu ve evrenin yaratılışı hakkındaki dini fikirleri bilimin içine arka kapıdan sokma girişimidir.
Peygamberlerin çoğu da diğer evrenlerden, diğer dünyalardan bahseder. Son peygamberin bu iki dünyayı birleştiren eşiğe kadar yükseldiği, orada bir yüz ile karşılaştığı söylenir. Rivayetlere göre bu yüz kendisininkidir. Felsefi bir söylemle karşılaştığımız bu anlayışın astronomi alanından alınma olasılığı her koşulda yüksektir.
Alevilik Öğretisinde Yaratılış
Alevilerde Kozmogoni kaybı bilim ve felsefeye yaklaşmak yerine, farklı dinsel köprülerden geçmeyi tercih etmiştir. Akıl gerektiren felsefe yerine inanç ufkunu derinleştiren mistik söyleme ve kuşkuya yöneldiler. Genel söylemleri kitabına alan Çınar[3]özellikle Alevi nefeslerinden yola çıkarak Alevi inanışına göre yaratılış fikrini şöyle tasarlandığını düşünmektedir: “Alevi nefeslerinde yaratılış üç aşamada ele alınır; Evrenin ortaya çıkışı, devriye, insanın halk edilişi. Alevi inanışına göre evrenin ortaya çıkışı, kendinden başka her maddeyi anında yok edecek yoğunlukta ve sıcaklıktaki ışığın patlamasıyla olmuştur. Bu patlama sonrasında birkaç aşama geçirerek güneşte toplanan enerji, burada yanarak ışığa dönüşmüş ve yeryüzüne ulaşarak dünyada yaşamı başlatmıştır. Yeryüzünde yaşam formları, evrim yolu ile çeşitlenmiş, önce cansız varlıklar (hareketsizler) ortaya çıkmış, sonra bitkiler, hayvanlar ve nihayet insan varlıklar vücuda gelmiştir. Bu evrim süreci; Alevi inanışı içinde “Devriye” olarak adlandırılır.”…Alevi inanışında insan varlığının iki evresi vardır; birinci evrede insan bedenleşmemiş bir enerjidir, ışıktır (nur-ı kadim). İkinci evrede insan devriye yolu ile evrimleşerek vücut bulmuş ve cisim olarak ortaya çıkmıştır.
Bazı ulu Alevi ozanları şiirlerinde bu dönemler ve olayları anlatmışlardır[4];
“Kandil geceleri kandil oluruz
Kandilin içinde fitil oluruz
Hakk’ı göstermeye delil oluruz
Bakar kör olanlar görmez bu hali” (Harabi)
“Yüzyirmidörtbin peygamber evveli
Kurulmadan şu dünyanın temeli
Ay, gün yayılmazdan evveli
Mağrip’ten Maşrıt’a doğan nur nedir” (Kul Himmet)
“Yedi gök yaratıldı ışık ile bünyad oldu
Toprağa nazar kıldı, aksırıp durugeldim” (Yunus Emre)
“Evvel benim, ahir benim
Canlara can olan benim” (Yunus Emre)
“Hak bizi yoktan var etti
Şükür yoktan vara geldim
Yedi kat arşta asılı
Kandildeki nur’a geldim” (Pir Sultan Abdal)
“Sorma ne hacet bizleri sofu
Ta ezel künyede ismimiz vardır
Dünya kurulmadan yüz bin yıl evvel
Ol yeşil kandilde cismimiz vardır” (Aşık Devrani)
“On dört bin yıl gezdim
Sıdkı ismim buldum divanelikte
İçtim şarabını mestanelikte
Kırkların ceminde dara düş oldum….
Güruh-u Naci’ye özümü kattım
İnsan sıfatında çok geldim gittim…. (Sıdkı Baba)
“Cihan varolmadan ketmi ademde
Hak ile birlikte yektaş idim ben” (Şiri)[5]
“Cebrail havada nice bin yıl döndü
Çok vakit Allah’ı gayipten bildi
Görünce bir kubbe üstüne kondu
Sen sensin ben benim dese ne fayda” (Anonim-Maraş, Narlı )
“Yüz sürmeye geldim uzak yollardan
Devahlarım kabul eyle Hubuyar
Himmetinle aştım yüksek bellerden
Devahım kabul kıl Hubuyar Dedem
Güruhu Nacidir aslı zatını
Yolkarı var etti sır hikmetini”
Kandili nur etti nur hikmetini” (Hubyar Dedem)
İslami motiflerle karıştığı için Alevi ozanlar tarafından dillendirilen ancak Alevilik öğretisi ile İslami motiflerin birbirine karıştırıldığı şiirlerden bir kaçı;
“Muharremi tutan güruhu naci
Yerde insan gökte melek duacı
Muharremi fehmeylese tutsa bir bacı
Cenneti Alada huri sayılır…”
…..“Münkir fırkasından kalmadı eser
Güruhu Naci’den almışız haber
Kulluğumdan benim cevap istersen
Kıblemdir Muhammet secdemdir Ali”
Aleviliğin arşivi sayılabilecek Alevi nefesleri tarandığında, yaratılışın yeryüzünden başka bir alemde başladığına, insanlığın başlangıcının, üzerinde yaşadığımız gezegen olmadığına dair söylemlerle karşılaşırız.[6]
Dönülmeyen Yolun Dönenleri
Alevi Bektaşi nefeslerinin konuları kurgusunda dünyanın nasıl “tecelli” ettiği önemli bir yer kapsar. Okyanusun “Vahdet”e benzetilmiş olması hatta Nesimi’nin “Muhit” kavramıyla doğrudan okyanusu, “Derya”yı ifade etmesi tasavvufta önemli bir durumdur. Aleviliğin bu kadar geriden felsefi ve inançsal sorulara yanıt araması diğer inanç ve öğretilere karşı her tür yaşamsal ayrıma da ne kadar geriden başladığını göstermektedir. Daha tek tanrılı dini değerlerin kitaplaşmadığı bir dönemde çözümler üreten ve batı dünyasının çağımızda sahiplendiği ekollerle, teorilerle tartışan bir öğretinin kendisini sadece İslam’ın inanç kollarıyla tartışması ve ona benzemede yol alması, Aleviliğin özsel durumunun yeniden tartışılmasını gerektirir. Alevilerin bu skolastik köhneleşmeye direnmek yerine diğer inançlar arasında yer alma çabası Aleviliği her tartışmada metafiziğin insanın özgürlüğünü elinden alan yoluna daha çok taşımaktadır. Bir yandan yeryüzünün büyük ve eski kültürleri olarak gördüğümüz Asyalı büyük kültürleri sahiplenmesi, bir yandan da felsefi daralmanın sınırlarına gelmiş olan kitabi dinlerin afyonvari ‘ihtiyaç’ sınırında dolanması bakış açısının –paradigmasının- tökezlemeye başladığının göstergesidir. Bu genel durum Alevilerin politik görüşleriyle İslam’ın entelektüel birikimi karşısında “yel değirmenleri”ne karşı savaşıdır. İslami inanç kalıplarıyla savaşmaya ‘çabalamak’ yerine Alevilik Öğretisinin politik ihtiyaçlarını kendi kültürel temelleri çerçevesinde üretmeye çalışmaları belki onları entelektüel anlamda medyatik yapmaz, ancak doğru çözümlerin nerede olduğunu daha çok görmelerine yardımcı olur. Kendi farklılıklarını görerek haklılıklarını dayatan bir topluluk olmak güncel anlamda ideolojik davranmaktan daha çok ‘kültürel kimliğin’ gelişmesini sağlayacaktır. Alevilik politikası adına farklı bir topluluk olunduğu bilinciyle hareket etmek veya kutuplaşmak kültürel çemberin her alanda genişlemesine yardımcı olacaktır. Öğretilerine ait bir yaratılış tasarımı bulunan ve binlerce yıl öğretinin cansuyu nefesleriyle süregeldikleri yolun tasavvufi duruşu elbette bugünün bilimsel verileriyle boy ölçüşebilecek doğrular üretme konumunda değildir. Ancak bu beklenen bir şey de değildir. Alevilik sadece kalıplaşmış inanç motoruyla yaşamadığı için doğruları kendi içinde zamana ve akla uygunluğunu sağlama gücüne sahiptir. Alevilik aklın verileriyle hareket ederken, Alevilik üzerinden politika yapanların ve Alevilik ile ilgili araştırma yapanların verilerini başka inançların kollarında aramaları ancak Aleviliğin asimilasyonuna destek sunmak anlamına gelir. Farklı inançlarla hoşgörü içinde bir arada olmak ve benzer özelliklerin ifade edilmesi önemlidir elbette ama Aleviliğin asimilasyon politikalarına tabi tutulduğu bir zamanda ve coğrafyada farklılıklar daha önemlidir. Bu düşüncede olmayanlar hali hazırda Hafız’ın söylediği gibi; “Aynanın ardında papağana eş yaratıldım / Ezeli sahip ne söylememi emrettiyse onu tekrarladım” diyenlerin geçici heveslerini kırmak için muğlak olmaktan kendilerini kurtarmalıdırlar. Yoksa bir süre sonra, bu yolda olmaya devam edenler Alevilik mizacı gereği bu ideolojik daralmayı kırdığında ihanet sınırının utancında kalacaklardır.
[1]J. Frazer, Altın Dal. Cilt 1, Payel Yayınları, 1991.
[2]Joseph Silk, 1997. Evrenin Kısa Tarihi. TÜBİTAK
[3]Erdoğan Çınar. Aleviliğin Gizli Tarihi Çiviyazıları Yayınevi.2004.
[4]Ozanlara ait örnek şiirlerin bir kısmı Çınar’ın kitabından alınmıştır.
[5] Şiri’nin Hacı Bektaş olduğu düşünülmektedir.
[6]A.g.e.
(Alinti)
İlk yorum yapan olun