ALEVİLER VE ALEVİLİK (s 16-21)
(Ali Göçmen)
Büyük Millet Meclisi tarafından hazırlanan Teşkilatı Esasiye (Anayasa) Kanununda “Türk Devletinin dini İslamdır” yazılı idi. Ancak bu ibare 1928yılında kaldırılabildi. “Laiklik” ise 1937’de anayasaya konabildi.
Mustafa Kemal kültürlü, ileriyi gören, medeni bir kişiliğe sahipti. Ancak yalnızdı; ne arkadaşları, ne de eşi Latife Hanım ona uyabiliyordu.
Kazandığı zaferler ve keskin zekâsı sayesinde Mareşal ve Başkomutanlık unvanları ile gücünü kullanarak devrimleri yapıyordu. En yakınları olan Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak ve Başbakan İsmet İnönü ve aileleri de dindarlar arasındaydı.
Başta Dr. Rıza Nur olmak üzere çevresi düşmanla dolu idi; ama güçleri yetmiyordu. Cumhuriyet kurulduğu zaman, hâlâ “Devletin dini İslam’dır” ibaresi yazıldığı gibi, kişilerin nüfus kayıtlarında, “dini İslam, mezhebi Hanefi” diye yazılıyordu.
Şehirden uzak dağlarda mahsur kalmış Alevilerin Cumhuriyetten, Özgürlükten haberleri olmadığı gibi nasipleri de yoktu. Tahsildar ve jandarmanın baskı ve zulmünden kurtulamamışlardı.
Sünni Müslümanların kuruluştaki çekingenlikleri kısa sürdü; yeni yönetimin kendilerinde olduğunu fark ettiler. Özgürlük sadece sünnilere ait olduğu için, aleviler üzerindeki baskılarını arttırdılar. Gizlenemeyen Alevilerin sakal ve bıyıklarını yolup zindanlara attılar.
Osmanlı Devletinin uygulaması aynen sürüyordu. Aleviler; hor görülen, sınıflar dışı bir millet. Kestiği yenmez, nikâhı sayılmaz, dinsiz bir topluluktu onların gözünde.
Devlet yönetiminden uzak olan aleviler, dedelerin girişimi ile kendi başlarına yönetiliyorlardı. Çoğunlukla nüfusa kayıtları yapılmıyor; itilafları Dede vasıtası ile çözülüyordu.
İbadet gizli yapılıyor, bilhassa tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunu bahanesi ile baskına uğramamaları için, soğuk, karlı havalarda bile, kapı önünde bekçi bulunduruyorlardı.
Nüfus arttıkça geçim kaygısı, şehre göçe zorladı. Yaşamak için geleneklerini bırakıp camiye gitmeye başlayanlar oldu. Çocuklarına alevi olduklarını söyleyemediler. Bilindiği takdirde büyük hakaretlerle karşılaşıyorlardı.
Elbistan- Akçadağ Alevileri
Aleviler dağlara sığınmaya çalışırken bir kısmı da Elbistan Akçadağ yöresine yerleşti. Çoğunluğu Kürt olan ve ilk gelen babanın ismi ile anılan komşu köyler kurdular. Kürecik, Kürne, Atma, Tof kıran (Sin- mil) Sina milli, Al-has, aşiret isimleri ile geçimlerini sağlamak için ayrı ayrı yerlere yerleştiler.
Bu aşiretler de, yine ilk baba adı ile birbirlerine bitişik yerlere yerleşip köy kurdular. Örneğin: Atmi’lerden, Has ve Al kardeşler yan yana iki yerde yaşam sürerken, Al ve Has’ın ilk
geldikleri yere “Hasan Ali” Has’ın yerleştiği yere de( esmer olduğu için) “Kara Hasan” dendi.
Amcaoğlu Kist’in yerleştiği yere de Kistikan ( Kistikler) dendi. Elbistan’ın kuzeybatısına göç edenlere “Çom”, Adıyaman bölgesinde kalanlar da ayrı isimlerle anıldılar. Ancak Atmi (Atmalı) olduklarını unutmadılar.
Sinamilliler( Sine-mille), Al-Haslılar, Tof kıranlılar, Kürecikliler, Kürneliler de ilk baba isimleri ile köy kurdular, ancak aşiretlerinin ismi ile anıldılar.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya kadar dağlar arasına sıkışmış bu insanlar, Devletin dışladığı, horlanan, insan yerine konmayan, tehlikeli yaşam mücadelesi veren durumunda idiler.
Anadolu ve civar Devlet topraklarına yerleşen ve birbirlerinden habersiz yaşayan Aleviler, kendi yarattıkları kurallarla, dedeleri ile birlikte yaşıyorlardı.
Osmanlı Devleti zamanında olduğu gibi, Cumhuriyet devrinde de Devlete yabancılıkları sürüyordu.
Her aşiretin dedesi, bilinen bir ocak sahibi idi. Ancak dedelerin de dedeleri vardı; bunlara da Mürşit deniyordu.
Hüseyin Doğan( eski Malatya Milletvekili) Dersim yöresinden ( Tunceli, Elazığ ile Erzincan’ın bir kısmı) gelip Malatya ve civarına yerleşmiş, dedelerin dedesi( Mürşit), uzun boylu, siyah pala bıyıklı, yakışıklı bir alevi genci idi.
Kürt olduğu halde, peygamber soyundan geldiğini “Türk ve Ağuçan”ocağından olduğunu söylemekte idi. Alevilerin haklarını koruyacak önder bir kişiliğe sahip olma görünümünde.
Kısa sürede Malatya, Maraş, Adıyaman, Antep illerinde yaşayan aleviler ona sığınmaya başladılar. Hediyelerle, geniş toprak bağışları ile Ona sarıldılar. Devlet ile olan ilişki Onun vasıtasıyla sağlanacağına inandılar.
Hüseyin Doğan Dede: 1925 Şeyh Sait isyanına, karşı çıkarak Devletin yanında yer aldı. Alevi Halkını Sünni Kürtlerin karşısına çıkardı.
Aleviler, “Cumhuriyetin Alevilerden yana bir rejim olduğunu, Mustafa Kemal Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendinin alevi olduğunu, dolayısıyla kendisinin de alevi olduğuna” inanıyorlardı. Onlara göre “Alevi olduğu anlaşıldığında” zarar geleceği düşüncesiyle Aleviliği gizleniyordu.
Bazı, maddi durumları iyi olan ve şehirlerle ilişki kuran aleviler gibi, Hüseyin Doğan Dede de, büyük çocukları Hayri ve Doğan’dan sonra gelen Kazım, İzzettin’i okula gönderdi. Daha sonra da küçük oğlu Eşref’i gönderdi.
Oğullarından Hayri Dersimde dedelik yaparken öldü. Büyük oğlu Doğan çiftçilik işi ile meşguldü. Ancak babası İstanbula gidince kendisi de önce İskenderun sonra da Mersin de yerleşti ve orada öldü Kazım hukuk tahsili yapıp önce savcı sonra da hâkimlikten emekli olup İstanbul’da öldü.
İzzetine gelince; okuyan diğer alevi çocukları gibi Aleviliğini gizleyip tahsilini sürdürdü; mezun olup üniversitede kaldı. Sünni bir hanımla evlendi. Hanımıyla birlikte öğretim üyesi iken emekli oldular. Emekli iken hanımından ayrıldı ve siyasete atıldı.
12 Eylül darbecilerinin General Turgut Sunalp’e kurdurduğu Milliyetçi Demokrasi partisinde yer aldı.( 16 Mayıs 1983 ) 6 Kasım 1983 milletvekili seçimlerinde, iktidara geleceği ümit edilen parti büyük bir darbe yedi ve İzzettin Doğan’da 71 milletvekili içine giremedi.
General Sunalp, Milliyetçi Demokrasi partisi genel başkanlığından ayrıldıktan sonra (13 Temmuz 1985) Prof. İzzettin Doğan üyeliğini dondurdu ve 4 Mayıs 1986 partinin kapatılmasına karar verilince üyeliği son buldu.
Mürşit Hüseyin Doğan’ın Siyasete Atılması
Baba Hüseyin Doğan 1950’de CHP’den Malatya milletvekili seçilmiş ancak 1951’de Demokrat partiye katılmıştı. Bu katılım, kendisine oy veren Alevileri hayli incitmişti. 1954 seçimlerinde Demokrat partiden aday olmuş ancak, Alevilerin çoğunlukla CHP’ye oy vermesi sonucu, seçimi kaybetmişti.
Artık Demokrat parti ile bütünleşen Dede Hüseyin Doğan Sünnilerin kendisine oy verip, Alevilerin oy vermemesinden yakınıyordu.
1957 seçimlerinde, Aleviler peşinden gitmiyor diye kendisini aday yapmadı ve DP Malatya’da seçimleri tekrar CHP’ye kaptırdı.
1960 askeri darbe yönetimi, bazı DP’lilerle birlikte onu da Erzurum’a sürgüne yolladı.
Demokrat parti kapatılıp yerine geçen Adalet partiden 1961’de tekrar seçildi ve milletvekili olarak meclise girdi.
Dede Hüseyin Doğan, artık alevi çoğunluğa gücenmiş olarak Adalet parti içinde yer alan sağcı, Türk milliyetçisi kişiliğine sahipti. Bir süre sonra da büyük bir mülk alarak İstanbul’a yerleşti.
Hüseyin Doğan Dede, İstanbul’a yerleştikten sonra, dedeliği ve siyaseti bıraktı. Ancak, taliplerin hediye ve saygılarını kabul ediyordu.
16 Mayıs 1983’te İstanbul’da vefat ettiğinde büyük bir kalabalık insan eşliğinde Malatya’ya bağlı Kırlangıç köyünde toprağa verildi. Türbe haline getirilen mezarı, her yılın 18 Mayıs günü ziyaret edilmektedir.
Soydan Gelen Herkes Dede Olamaz
Alevilikte, dede soyundan olmakla, dedelik ayrı şeylerdir. Hüseyin Doğan Dedenin oğlu Hayri’den başka çocukları dedelik yapmadı. Kaldı ki; Bürokrat olan kimsenin dedelikten Alevilikten bahsetmesi olağan dışı idi.
Bu kurala göre, Prof. İzzettin Doğan’da emekli oluncaya kadar Alevilikten söz etmedi. Fransızca eğitim yapan Galatasaray Lisesinde öğrenci ve Galatasaray üniversitesinde öğretim görevlisi iken bile Alevilikten bahsetmezdi.
Haber Türk TV’de, Aleviliğe ait bir söyleşide(alevi olduğunu gizlemeyen) Sevilay Yükselirin “okulda, alevi mi Sünni mi olduğunu söylüyordun” diye sorusuna: “ Ben sünniyim diyordum” dedi.
Emekli olduktan sonra da olsa, üst düzeyde eğitimini yapmış bir kişinin, “Ben aleviyim” demesi önemli idi. Aleviliğini gizleyen Devlet yönetimindeki, Alevilerin de ona yakınlık duyması olağandı.
Alevilik merakı
Sünni Devlet Yöneticileri, kapalı kutudan çıkan Alevileri ve Aleviliği tanımak istiyor. Profesörlüğe yükselmiş İzzettin Doğan’ın ifadeleri önemli idi.
Bir televizyon kanalına konuk olarak katılan Prof. Hüseyin Doğan, eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Sait Yazıcı ve dini yazar Fehmi Koru için oturum düzenlemişti. “Konusu: Alevilikti…”
Fehmi Koru sordu: “Müslümanlığın tüm kollarını biliyoruz; fakat Aleviliği bilmiyoruz bize anlatırmısınız” deyince, Doğan: “Aleviliğin Türklükten ibaret olduğunu, aleviler olmasaydı Türk dilinin büyük yara alacağını, Sünniliğin Araplık olduğunu” ileri sürdü.
Bu sorunun cevabı olmamakla beraber, konu Türk milliyetçiliğine dayanınca, susmayı, üstelememeyi yeğlediler.
Aslında Prof. Doğan Aleviliği bilmiyordu. Babasının yahut başka dedelerin toplantı ve cemlerine hiç katılmamıştı. Ama bu “bilinmeyen inanışın” önderi görünümündeydi.
Alevi Kuruluşları
Batıya giden Aleviler, “Devlet baskısı olmadığı için” şartları zorlayıp alevi dernekleri kurup seslerini duyurmaya başlayınca, 1990’dan sonra Türkiye’de de“Hacı Bektaş, Pir Sultan vb” isimlerle dernekler ve alevi vakıfları kuruldu.
Gerek derneklerin, gerek vakıfların başına “kültür” sözcüğü kondu ve başköşeye de Atatürk resimleri asıldı.
Vakıfların birer ibadet yeri olması gerekiyordu. Zor koşullar altında Devlet desteği olmadan bazı yerlerde cem evleri yapıldı ve onların başına da yine kültür sözcüğü konup, Atatürk resimleri Dede makamının başucuna asıldı.
Gerek aleviler ve gerekse onlara sempati duyanların kafaları hayli karışıktır. Alevilik; bir siyaset kurumu, yahut kültür yeri veyahut dini kurumdan mı ibaretti. Alevi önderi Sayın İzzettin Doğan’dan bu konulara cevap vermesi beklenirken, Sayın Doğan; Aleviliğin Türk İslam birleşiminden ibaret olduğunu ileri sürüyordu. Alevilerin Türk olduğunu ve gerçek Müslüman olduklarını ispata çalışıyor. Buna ne Türkler ne de Kürtler inanmasa da o bu konuda ısrar ediyor.
Hâlbuki o bir Kürt ailesine mensup, ihtimalen Dersim pirlerinin birinin torunlarındandır. Annesi Elif ana ( Kürt isimlerinden Tame diye anılırdı) ölünceye kadar Türkçe konuşmadı. Kendisi ile Türkçe konuşanlara Kürtçe cevap verirdi.
Babası Dede Hüseyin Doğan ise Devlet baskısından korktuğu için, “Aleviler Türk’tür” derdi; fakat talipleri hep Kürt olduğu için Kürtçe konuşurdu.
Diğer yönden, “biz Muhammed’in soyundan gelmeyiz” dediklerine göre Muhammed ‘in de Arap olduğunu hesaba katmıyorlar herhalde…
Profesör İzzettin Doğan; “Ben ne solcuyum ne sağcıyım, Aleviyim” demektedir. Eğer sağcılık, bir takım insanın, egemenliğini ve solculuk da: tüm insanların eşitliğini ifade ediyorsa, Alevilerin temel felsefesi solculuğa dayanır ve solcu olduklarından şüphe edilmez.
Aleviler Karl Marx’dan 600 yıl önce, tüm insanların eşit olduğunu. Marx’ın“Son merhale” dediği Sınıfsız eşit, insan teorisini ortaya koydular.
Alevilerin Demokrat partiye karşı, Cumhuriyet Halk Partisinde toplanmaları, Demokrat Partinin eşitliğe önem vermeyip Sünniliği üstün saymalarından ileri gelir. Sağ iktidarlar sürekli el değiştirirken, Alevilerin muhalefet yanlısı olması, solcu karakterlerinden ileri gelmektedir. “Ben solcu değilim diyen” bir kişinin Alevilere önder yâda dede olması düşünülemez.
Kaldı ki, dede soyundan gelen herkes dede değildir. Baba sağ iken çocuklarına dede denmez. Öldükten sonra da yürütebilen, halka sahip çıkan, dertlerine koşan, cem cemaat yönetenlerden biri dedelik sıfatını alabilir. Cem vakfı kurarak, cem evi yaptırmakla dede olunmaz. Dedenin o cem evinde Halkın içinde, muhabbet toplantılarında, “Cemi” yürüten kişi olması gerekir.
Yılların muhalefeti ve solculuğu Alevilere “ilerici” olmalarını ön görmüştür. Onun için, ilerici devrimlerinden dolayı Atatürk’ü severler.
Partilerden CHP ve bürokratların asker kanadı, Atatürkçü görünüşü ile Alevilere hoş göründü. Atatürk’ün çağdaş, ilerici, lâik ilkeleri Alevilerin de benimsediği ilkeler idi. Ancak, Atatürk savunucuları, milletin birliğini bozan alevi katliamlarına seyirci kaldılar.
Ayrıntılarını anlatacağımız;
1967 Elbistan olayı
1971 Kırıkhan olayı
1975 Malatya olayı
1988 Maraş olayı
1989 Çorum olayı
1993 Sivas olayı ve 1995’teki Gazi olaylarında öldürülen alevi ve ilerici aydınların Devlet eliyle yapıldığı kanıtlandığı halde, Atatürk yanlısı görünen siyasiler ve bürokratlar hiç ses çıkarmadılar. Birazcık ses çıkartmak isteyeni de iktidarla elele verip yok ettiler.
Atatürk, Dinin anlaşılır lisan ile ifade edilmesini istiyordu. Ezanın Türkçeleştirilmesinden başlamıştı. Eğitimin batıya göre şekillendirilmesini istiyordu. Buna ait devrimleri başlatmıştı. Ancak gözünü yumduktan sonra, din okulları açıldı, ezan Araplaştırıldı. Buna da Atatürkçü görünenler hiç ses çıkarmadıkları gibi, destek oldukları görüldü. Taraftarlarına şunu demek isterim; Atatürk, devrimlerini “içten destekleyen” Alevilerin katliamına göz yumar mıydı?
1925 Şeyh Sait isyanı, din ağırlıklı olmasaydı, 1937 Dersim isyanında da hasta olmayıp konudan bizzat haberdar olsaydı; Alevi ve Kürt katliamına izin verir miydi?
Atatürk yanlıları bunu incelediler mi? Vicdanlarının sesini dinlediler mi? Sanmıyorum. Gıyabında bol bol “sözde” bağlılık nutukları attılar o kadar.
Etrafın baskısı altında (kendilerine sahip çıkılmadığı halde) Atatürk’e en çok bağlı olan Alevilerdir. Atatürk’ün “tek Türk ulusu hâkimliğini” savunduğuna inanmazlar. Kürt ve Türk aleviler, evleri ve işyerlerinde olduğu gibi ibadet yerlerinde de Atatürk resimlerini bulundurmayı ihmal etmezler.
Sonuç olarak: Alevilere yapılan baskı, işkence ve katliamların Atatürk’ün bilgisi dışında ve öldükten sonra yapıldığına inanırlar.
İskenderun (Hatay) Alevileri
1918 ile 1938 yılları arasında Hatay “İskenderun Livası” adı ile Fransız yönetiminde kaldı.
Çoğunlukla Elbistan köylerinden olmak üzere; Akçadağ, Malatya, Maraş, Pazarcık, Antep, Kilis yörelerinden gelen Kürt aleviler, Kırıkhan, Hassa, Reyhanlı bölgesine göç ettiler.
Fransızların planlaması ile o zaman Kırıkhan’a, şimdi de Hassa ilçesine bağlı“Aktepe” ismindeki yere yerleştiler. Aktepe o zaman nahiye(bucak), şimdiyse beldedir. Doğusuna Türk Sünniler, batısına da alevi Kürtler yerleşti.
Alevi Kürtlerin, Hatay’ın batı kısmı olan, Antakya, İskenderun, Süveydiye(Samandağ) köylerindeki Nusayri denen Arap Alevilerinden haberleri yoktu. Kültürel ayrılıklar yüzünden iletişim de kuramadılar.
Fransızlar, Kürt Aleviler arasında bir örgüt kurdu. “Sine milli aşireti” adı verilen bu örgütün başına da aynı aşiretten “Koc Ağa’yı” getirdi. Babam Memoli (Mehmet Ali) de Koc Ağanın danışmanı idi.
Alevilerde ağalık yoktur. Ancak örgütü kuran Fransızlarla Sünni Türkler böyle ifade ettikleri için, bu isimle anıldı. Aktepe’de oluşmuş örgüt üyelerine silah tahsis edildi.
Doğu Anadolu’da Alevilerin geçim zorluğu içinde, işkence altında olduklarını ve kimliklerinin tanınmadığını yazmıştık.
Aktepe Alevilerin özgürlük alanı idi. Kalabalık bir topluluk birikti. Geçimlerini odun, kömür ve hayvancılık yaparak; ibadetlerini de Dede eşliğinde geleneklerine uygun olarak yürütüyorlardı.
5 Temmuz 1938’de “Fransızlarla anlaşma sonucu” Türk askeri Dörtyol ve Hassa bölgesinden giriş yaptı. Hassa’dan girerken ilk sınır Aktepe idi.
Aleviler kadın, erkek, küçük, büyük yol etrafında, yaya yürümekte olan askeri kolonya ve çiçekle karşıladı. Şekilde bağlılık işareti “Şapka” idi. Aleviler, kamyon dolusu getirilen şapkaları tereddütsüz başlarına geçirdiler. Fakat Sünni Türklerin bir kısmı karşı çıktı ve şapka giymedi; bir kısmı da Suriye’ye kaçıp Halep ve Şam’a yerleşti. Yörede hâlâ şapkayı Müslümanlık karşıtı bilip giymeyenler var.
Türk askeri “İskenderun Livasına” girdi ve Antakya’daki, Fransız bayrağını indirip Türk bayrağını asınca, Sünni Türkler harekete geçti. Livaya, dolayısıyla Aktepe’den giriş yapan askerin başında Albay Şükrü Kanatlı vardı. Kanatlı, Atatürk devrimlerine yürekten bağlı Alevilere de hor gözle bakmayan laik düşünceli bir komutandı. Karşılamayı, şapka giyimini ve Koc ağanın da ilgisini görünce koruma ihtiyacını duydu.
Antakya’daki alevi şeyh ve ağalar ile yaptığı toplantıda, Alevilerden övgü ile bahsetmiş, Alevi olmayanın Muaviyeden yana olduğunu ifade etmiştir. Toplantıda bulunan Sünni önderler ise ses çıkaramadan dinlediler.
Aktepe Alevileri eğitimsizlerdi. Başkanları dâhil hiçbirinin okuma-yazması yoktu. Ürettikleri malları Halep’te oturan Ermenilere satıyorlardı.
Hatay bağımsız devleti kurulunca, sınır kapandı ve mallar ellerinde kaldı. Geçim sıkıntısı baş gösterdi. “Fransa’nın onayı ile” İskenderun Livası Hatay adı ile bağımsız devlet statüsüne kavuştu. Kurulan 40 kişilik mecliste 2 Ermeni, 2 Arap alevi dışında 36 kişi Sünni Türk vardı.
Cumhurbaşkanlığına Mursal Zade Tayfur Sökmen ( soyadının Atatürk tarafından verildiği ileri sürüldü. Diğer akrabalarının adı Mursaloğlu olarak kaldı.) Antakya’nın ileri gelen ailelerinden Kuseyrililer, Adalılar, Bereketler ve diğer ağaları da mecliste önemli görevler aldılar. Ne var ki bu Zatların (ilerde ayrıntılarını yazacağım) Baba-dedeleri Osmanlı döneminde Alevi iken asimle olmuş kimselerdi.
Hatay’ın her tarafına “Vatandaş Türkçe konuş” yazıları asıldı. Selim Çelengin “Atayolu” isimli gazetesi Araplara, Kürtlere, Alevilere “veryansın”ediyordu.
Aktepe Alevileri de baskı altına alındı. Komşu Türkler saldırmaya başladı,“askere vereceğiz” diyerek hayvanlarını, ürettikleri mallarını ellerinden alıyorlardı. Baskıya dayanamayan Aleviler Aktepe’yi terk etmek zorunda kaldılar.
Kırıkhan’ı Ermeniler Kurdu:
Koc ağa, Memoli( Mehmet Ali), Mehmet ve Ali Kılıç kardeşler Kırıkhan’a, diğerleri de Elbistan, Akçadağ ve Halep’e bağlı Afrin ilçesine gittiler.
Kırıkhan: Antakya, İskenderun, Hassa ve Reyhanlı’nın orta yerinde, Amik ovası ile amanos dağı arasında kurulu bir ilçedir. Dağdan akıp gelen su ortasından geçmektedir.
Girit adası yunanlılara geçince, “Giritli” adı ile anılan Müslüman Rumların bir kısmı Kırıkhan’ın çay kenarına yerleştirildi.
Aslen Alevi- Bektaşi olan Giritliler zamanla hem Sünni hem de Türkleştiler. İlk günlerde Türkçe bilmeyip Rumca konuşan Giritlilerin çocukları ve torunları Aleviliği unuttukları gibi Rumcayı da unuttular.
Asıl adı “Kurhan” olan ilçe, Halep yolu üzerinde, küçük bir konaklama yeri iken civar dağlarda oturan Ermeniler tarafından kurulup geliştirildi. Kadastrosu, imar planı, parselasyonu yapıldı. Belediye teşkilatı kuruldu. İlk belediye başkanı İstifan Efendi, dağdan içme suyunu getirdi, yol güzergâhında çarşı, iç kısımlarında evler yapıldı. Yapılan resmi daireler iki katlı, evler ve dükkânlar tek katlı idi. Her evin bahçesi vardı. Bahçelerde her türlü meyve ağaçları yetiştirildi. Kaza (ilçe) teşkilatı kurulup kaymakam atandı.
Arap, Türk, Kürt Müslümanlar köylerde otururken, Hıristiyan Ermeniler Pazar yeri olarak düşündükleri Kırıkhan ilçesine yerleştiler. Tamamı esnaf ve zanaatkâr idi. Her ihtiyacı karşılıyorlardı. Fransızlarla uyum içindeydiler. Okullarında Ermenice, Fransızca, İngilizce eğitim görüyorlardı.
Ermeniler, Ermenice konuştukları gibi Türkçe de konuşuyorlardı. Türkiye’den uzaklaşıp başka devletlere sığınan Ermenilerin ikinci dilleri Türkçe idi. Halen onların çocukları, torunları Türkçe konuşmayı sürdürmektedirler.
Suriye ve Lübnan’ın, büyük yerleşik alanlarında yaşayan Ermeniler, Arapçadan çok Türkçe konuşmaktadırlar. O yerlere giden Türkiyeliler kendilerini Türkiye’de zannederler. Yaşlıların da Türkiye hasreti sürer gider…
1938’de Türk askerinin girişi ile bizim de Kırıkhan’a göçtüğümüzü yazmıştım.
Osmanlı Türk Devletinden darbe yiyen Ermeniler, komşu Arap ülkelerine göçmeye başladılar. Bilhassa Halep ve Beyrut’ta yerleşerek geçimlerini sağlamaya çalıştılar. Fransızların, devletlerle yaptıkları anlaşmalar gereği eğitim ve dini yerler kurdular. Müslüman Arap devletleri onların kimlik ve özgürlüklerini tanıdı. Dillerini ve Türkçeyi rahatça kullandılar. İşyerlerine Ermenice levhalarını astılar, diktatör yönetimler bile dokunmadı onlara.
Koc ağanın oğlu ile Kırıkhan’daki “Frerler”(Kardeşler)I okuluna kayıt olduk. Okul Ermenice, Fransızca, İngilizce üzerinden eğitim yapıyordu. Ayrıca özel bir hocayla da Arapça kuran eğitimi görüyorduk.
“Frerlerdeki” öğretmenlerimiz bize şefkat gösterirken, din hocamız dayakla, azarla dini öğretmeye çalışıyordu.
1938 Ermeni göçü ile birlikte, frerler okulu da Kırıkhan’dan Halep’e taşındı ve biz de yeni baştan daha önce var olan Türk okuluna kayıt olduk.
Frerler okulu, aynı zamanda kilise idi. Dahası okul kilisenin idi. Okulun yöneticileri papazdılar. Onlara “monper (babam)”, öğretmenlere ise “şef”deniyordu.
Bize kiliseye gitme zorunluluğu yoktu. Hafta başlarında Aktepe’deki evlerimize gidiyorduk. Bazen ermeni ayinlerine katıldığımız olurdu. Kadın erkek düzgün kıyafetlerle, temiz sıralarda oturup öylece müzik eşliğinde papazı dinledikten sonra ayrılıyorlardı. Sofrada otururken önce dua okunuyor, sonra da yemeğe başlıyorlardı. Alevi cemlerinde de benzer tarafların olduğunu düşünürdük.
Giderken, bir ermeni dostumuz evini bize verdi. Bir süre oturduktan sonra Kaymakam, Suriye’nin Bayır Bucak yöresinden gelen Türk Nevrez Ağaya tahsis ettiğini bildirip bizi çıkardı. Eşyalarımız dışarı atıldı. Kalan Ermenilerden biri evini bize verdi taşındık.
İskenderun Livası Hatay Adı ile İl Oldu
14 Temmuz 1939 günü Hatay Meclisi, “Fransa ve Türkiye’nin anlaşması sonucu” Hatay’ın il olarak Türkiye Cumhuriyetine katılmasına karar verdi.
23 Temmuz 1939’da Hatay iline atanan Şükrü Sökmem Süer, il merkezi olan Antakya’ya geldi ve o gün Hatay’ın kurtuluşu olarak ilan edildi. Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen (Mursaloğlu) ilk seçimde Antalya Mebusu( milletvekili) olarak T.B.M.M girdi ve İstanbul’a giderek yerleşti.
Ermenilerin büyük çoğunluğu evlerini ve dükkânlarını boşaltarak gittiler.
Türkiye ve civar köylerden gelenler “gâvur malıdır” diyerek, evleri dükkânları tahrip etmeye, bahçedeki ağaçları kesmeye başladılar.
Önce ses çıkartmayan Devlet yönetimi,
21
sonra ermeni mallarını satmaya karar verdi. Biz de önce çay mahallesi, sonra gündüz mahallesi denen ve sık sık misafir olduğumuz Agop’un evini aldık ve yerleştik.
25- 30 ev ve iş sahibi ermeni Kırıkhan’ı terk etmedi. Kendi yerlerinde yabancı gibi idiler. Biz de yalnız kalmıştık; ancak kalan Ermenilerle konuşa biliyorduk. Akraba ve diğer Alevilerden koparılmıştık. Koc ağa ve Mehmet Kılıç Aktepe’ye döndüler.
Koyun ve keçilerimizi civar arazilerde hatta boş tepelerde bile otlatma zorluğu çekiyorduk.
Gâvur Dağı:
Kırıkhan, Aktepe, Hassa, İslâhiye’nin batısında olan “Amanos dağı”bölümüne “gâvur dağı” derler. Osmanlı yönetiminden kaçan Ermenilerle, Türk, Kürt, Aleviler bu dağın ormanları arasında yerleşmişler. Sünni Müslümanlara ters geldiği için bu dağa “dinsiz” anlamına gelen “gâvur dağı” demişlerdir. Süreç içinde Ermeniler dağ eteğindeki düz yerlerde Pazar yerleri kurup şehirleşirken, Müslümanlar köyleri tercih etmişlerdir. Kırıkhan’ın etrafını çevreleyen köylülerin büyük çoğunluğu Kürt, Türk, Alevi kökenli oldukları halde kendilerini Sünni Türk olduklarını zannederler.
Aleviliği Gizlediler:
Örneğin: Reyhanlı- Kırıkhan arasındaki topraklara yerleşen, Hatay Devletine başkanlık, T.B.M.M üyelik yapmış olan Mursallar (yalnız Tayfur Bey ve çocukları Sökmen soyadını almıştır. Diğerleri Mursaloğlu soyadıyla anılırlar.) Sivas’ın Mursal beldesindendirler ve oradaki akrabaları alevidir.
Yerleşme gerekçeleri şöyledir; koyunculuğun geçerli olduğu zamanlarda kışın sürülerini amik ovasına getirip yazın tekrar Sivas’a gidiyorlardı. Otlatmada zorluk çekmiyorlar, ancak sulamada Arapların saldırısına uğruyorlardı. Avanta vermekten bıktıkları bir sırada, İstanbul’da, Sivaslı alevi olup sarayda hatırı sayılan birinin vasıtasıyla Halep valisi ile irtibat kuruyorlar, Reyhanîye(Reyhanlı) kaymakamına verilen talimatla Amik ovasının geniş bereketli topraklarına yerleşip bir daha Sivas’a dönmüyorlar. Toprakları ve hayvan sürüleri ile büyük varlığa sahip Mursallılar Aleviliklerini gizlemekle beraber geleneklerini koruyorlar. Kendilerinde olduğu gibi çocuklarına da Bekir, Ömer, Osman, Ayşe isimlerini koymuyorlar, namaz kılmıyorlar, oruç tutmuyorlar, içki içiyorlar, giyim kuşamlarında Arapları değil de Rumları ve Ermenileri örnek alıyorlar. Eğitimli Alevilerde olduğu gibi ileriyi gözetliyorlar, medeniyeti seviyorlar…
Tayfur Sökmen’in babası ve Murat Sökmen’in dedesi Mustafa Halep’te ve İstanbul’da eğitim görmüş saraya yakınlığı olan bir kişi idi. Osmanlı padişahından “paşalık” unvanını da alıp Mustafa Paşa adı ile Halep ve Şam’da önemli görevlerde bulunmuştur.
Siyasi hasımları gizli bir mektupla onun alevi olduğunu, Sünni müslümandan çok Anadolu’dan gelen Alevileri koruduğunu ihbar etmişler; bunu duyan Mustafa Paşa Kırıkhan’ın Alabeyli köyü civarındaki mağaraya sığınmış ömrünün sonuna kadar orada gizlenmiştir.
Köylülere yardımını esirgemeyen Mustafa Paşaya saygı ve sevgi gösterilmektedir. İran’ın “Bestam” şehrinden (asıl adı Tayfur olan) Beyazıt Bestami isimli zatın bu mağarada kaldığı söylenmektedir.
Rivayete göre Beyazıt Bestami(Bestamlı Beyazıt) İmam Caferi Sadık’tan eğitimli bir din ulemasıdır. Eğitimini tamamladıktan sonra yola koyulmuş, Kırıkhan’ın( o zaman Halep yolu üzerinde, hayvan barınaklı konaklama yeri) yakınındaki bu mağarada kalmış, bir süre sonra da doğum yeri olan Bestam’a gidip orada vefat etmiştir. Paşa, mağarayı( o günkü şartlara göre) restore etti, içine Beyazıt Bestami’nin temsili mezarını yaptırdı ve ziyarete açtı.
Köyde “Hacı Hakkı” isimli bir halk şairi vardı “Sefil Molla” ismi ile Karacaoğlan benzeri türkü söylüyordu; Paşanın hizmetine girmişti ve geçimini paşa sağlıyordu. Her konuda olduğu gibi paşaya ve çocuklarına övgü şiirleri de vardı.
Mustafa paşa öldükten sonra mezarı mağaranın girişine yapıldı, yönetimi de Hacı Hakkı ve çocukları tarafından sürdürülmektedir. Sünni Müslümanlar bol hediyelerle gidip orada ayin ve zikir yapıyorlar. Paşanın çocukları da orada gömülmektedir.
İlk yorum yapan olun