TARİHSEL BİR GERÇEKLİK Mİ ÜTOPYA MI
KIZILBAŞ ALEVİLİKTE RIZALIK ŞEHRİ-III…
PUTLARIN ORMANINDAN GEÇİYORUZ
İkinci bölümde, sunduğum konunun özellikle genç kuşaklar açısından anlaşılabilmesi için, tarihsel bir yolculuğa çıkmanın zorunluluğundan sözetmiştim. Bu bölümde bir başlangıç olması bakımından, konuya, soluğumun yettiği ölçüde, gidebildiğim kadar eski olandan başlayarak girmek istiyorum.
Hemen belirtmeliyim ki, konu bir kez böyle ele alındığında, bin yıllardan bu yana, katman katman üstüne örülmüş bir putlar ormanından geçerek ve aynı zamanda, bu putları kırarak gitme zorunluluğu vardır. Söz konusu Alevilik(Elewi=Elawi=Alawi
Konumuzun sınırlarını zorlamamak bakımından sadece sonuçları itibarıyla kimi hususları buraya aktarmakla yetineceğim ve konunun akışı içinde yeri geldikçe de anımsatmağa çalışacağım. Her şeyden önce, bu gün tarih adına önümüze konulmuş olan tarih, yazılı olduğundan bu güne, aslında, en doğru ifadeyle bir “sansür tarihi”dir.Tarih yaşanmıştır ama yaşandığı gibi yazılmamıştır. Gelişmenin her tarihsel uğrağında, uğrağa hükmeden irade, tarihi kendisiyle başlatmış; öncekini “yok” sayması bir yana, kendi tarihini de kendisinden önceki bütün zamanlara yaymıştır. Örnek olsun, tek tanrılı İbrahimi dinler tarihi, bir Semitik peygamberler tarihidir. “Orada halk yoktur” demek çok beylik bir belirleme olur, ben onu söylemeyeceğim. Dahası var; burada tarih, sadece “inananların” tarihi olarak gerçeklik kazanır ve bu bütün “insanlığın”, bütün yaşamın tarihi olarak sunulur.
Tabi ki eril inanırların tarihidir. İnanmayanlar, bu bağlamda insan da sayılmazlar, yaşamın içinde de görülmezler!.. Bu gün Modern Toplumu, bir başka tanımlamayla kapitalist toplumu yaşamaktayız. Milliyetçilik ya da ulusçuluk olarak tanımladığım dinin peygamberleri- ki, Kant’tan Hegel’e tekmil aydınlanma düşünürleri de modern toplumun peygamberleridirler- sözünü ettiğim tarihin “sansürlü” karekterine “akılcılık” ve “gerçekcilik” adına çok daha çetin bir sansür örtüsü çektiler.
Kapitalizm öncesi dini, tüm bir üst yapıdan ayırarak, üst yapının, bir başka ifadeyle siyasal/organsal alanın tamamını, bir toplum formatı olarak kapsayan ve belirleyen dini, sadece bir “inanma”(öte dünya) alanına hapsettiler. Onu da “kişiye özel” olarak tanımlayıp, Anayasal düzenlerinde ancak bu koşulla, hukuken bir yer verip özgürlük tanıdılar. Siyasal alanın tamamını ise “ulusçuluk” denilen dinle tanımladılar. Buraya kadar her şey bir ölçüde anlaşılır bir sonuç ama, kendi yaptıkları bu ayrımı bütün zamanlara yaydılar. Bununla da kalmadılar bütün zamanları ulus formatı içinde değerlendirdiler.
Bugün ulusçuluk, ulus formatı içinde bulunanlar için neyi ifade ediyorsa örneğin, binlere yıl önce yaşamış bir etnik/kandaş topluluk için de aynı anlamı taşıyor olarak gördüler. Önümüzdeki bütün modern tarih anlatımını bu format içinde bulursunuz. Geldiğimiz aşamada, artık bu yaklaşım, yedi kat yerin dibine kanca atmış “Akasya kökü” gibi olmuştur. Bütün beyinler, Akasya kökleriyle kuşatılmış durumdadır, sökebilene aşk olsun!..Akılcılık ve gerçekcilik adına yaklaşık üç asırdır klasikleştirilmiş bu yaklaşımın hegemonyası altında, tarihsel yolculuğa, günümüzden geçmişe doğru her yol alışınızda; kaçınılmaz olarak ve adım adım, “akıldışı” olarak kabul ettirilen, hürafalarla, masallarla yaşam kurmuş geçmiş atalara doğru yolculuk yaptığınız peşin hükmüyle, önünüze çıkan verilere bakar ve tanışık olmaya çalışırsınız!..
Modern topluma ya da akıl toplumuna en yakın olandan en uzak olan, cehalet ve vahşet damgalı atalarınıza doğru bu yargılarla yolculuk yaparsınız hep!.. Bir mühendislik ve mimarlık şaheseri, örneğin Pramitleri gördüğünüzde ya da kadim Kapadokya’ya yolunuz uzayıp da Derinkuyu yeraltı şehrinin kapısında durduğunuzda; hele de yeraltı şehrinin en az 20 bin insana evsahipliği yaptığını, bu gün sadece üç katının ziyaretçilere açık olduğunu ama su ve havalandırma kanallarıyla yeraltı şehrinin 9 kattan oluştuğunu öğrendiğinizde, akılcılığın koşulladığı aklınız allak bullak olacaktır.! Ne ki, klasize olmuş önyargınız sizi terketmeyeceği için sadece en fazla, bir türist kadar ilgili olacaksınız sözkonusu yerlerle. Sormayacaksınız; “binlerce yıl önceki atalarımız, cahil ve hürafalara, masallara inanan, “Kara böcüklere” tapınan secde eden atalarımız nasıl oluyor da böylesi şaheserleri yapabiliyorlardı?!..
“Müslümanların zulmünden kaçan”, ya da biraz daha eski olsun, “ Roma zülmünden kaçan” ilk Hrıstiyanların yapıp sığındığı yerler olduğunu, türist rehberlerinden öğrenerek, söz konusu ön yargınızı rahatlatacaksınız!.. Aynı bölgede, benzer şekilde 35 tane daha yer altı şehri olduğunu, kimi belirlemelere göre toplam 200 bin insan barındırdığını, sadece bu gerçeğin bile, sözkonusu kaçma ve sığınmalarla açıklanamayacağını sormak aklınıza gelmeyecek!. Eğer gerçekten bu yeraltı şehirleri, şu veya bu sebepten kaçma ve sığınma gereksinimi duyacak ve böylesi bir yeri inşaa edecek kadar zorlandıkları sözkonusu olsaydı; Anadolu ve Mezopotamya’ nın, örneğin, Kızılbaş atalarının, Yezidi ya da Sabii atalarının, bu coğrafyada delip sığınak yapmadığı yer kalmaması gerekirdi. Ne ki, onların bu gün bile sığınabildikleri yerler, dağ koyaklarından öteye gitmemiştir.
Önümde güncel bir örnek var; 27 tarihli Radikal gazetesinde bir haber olarak geçiyor ve Kapadokya’ya komşu(150 km.) antik bir yerleşim yerinin, yenilerde açığa çıkartılan antik Aşıklı Höyüğü’nden sözediyor. Burada yapılan kazının sonuçlarından anlaşıldığına göre, antik höyük, 10 bin yıllık. 10 bin yıl önce burada “çevrecilik” yapılmakta, “beyin Ameliyatı” yapılacak kadar bir gelişkinlikle birlikte, “Obsiden ve nabit bakırı “ işlenebilmekte vs.Kazıyı yapan heyet veriyor bu bilgileri. Bir de web sitesi açmışlar aynı yer için: http://
Sözkonusu Antik Anadolu ve Mezopotamya olduğunda, bu noktaya kadar haberin bir olağandışılığı yok. Ne ki, yukardan beri sözkonusu ettiğim yaklaşım açısından haberi ele aldığınızda, vahameti anlamakta gecikmeyeceksiniz! Açıklamayı yapan bilim heyetinin söylediklerini kulakları duymuyor!. Bütün bu bilgileri, sadece ve sadece bir nedenle aktarıyorlar; türizme endekslenmiş kâr güdüsünün hizmetine bu bilgiler ne kadar ve nasıl sokulur, bilginin arkası ve önü bundan ibaret.
On bin yıl önce, bu günkü adıyla Aşıklı’da “beyin ameliyatı” yapılıyormuş, bu ne demektir algılayabiliyor muyuz!?.. “Hürafalarla, efsanelerle, akıldışılıkla malül “cehalet” çağının ataları, yine “cahil” olmaya beyinlerimizin kıvrımlarında devam ederken, ürettikleriyle keselerimizi doldurmaya devam edecekler demekki!.. İşte sözünü ettiğim “putlar ormanı”ndan bir demet! Bu putlardan geçerek kadim geçmişe gitmeğe çalışacağız ve günümüzü anlamaya çalışacağız.
Tabi bu sansürlü geçmişe, eklenen, yakıp yıkmaları hiç katmıyorum. Bu gerçeklik temelinde, bir noktadan sonra doğru olarak tarih, “bir sınıflar ve sınıf mücaadeleleri tarihidir” şeklinde ele alınmış olsun, netice olarak, önündeki tekmil veriler, bu, binlerce katmandan üst üste yığılmış sansür artığı veriler olduğundan ve ufku, bununla sınırlı olduğundan o da çarpık olacaktır kaçınılmaz olarak!..
EDEN DENİLEN DÜNYASAL CENNET
İlk iki bölümde de işaret ettiğim gibi tarihsel yolculuğumuz; insanın sürü halinde, beslenebildiği ve barınabildiği yer buluncaya kadar gezgin olmak durumundan çıkıp, ilk toplum haline geldiği, barınabileceği ve beslenebileceği olanakları bizzat kendisinin ürettiği ilk yerleşim yerine dek sürecek. Toplum olmanın çekirdeğini oluşturan ilk Ocağa, toplum anatomisinin bütün özelliklerini içinde barındıran ilk çekirdek “hücre”ye olacak bu yolculuğumuz. O ilk çekirdek hücreyi anlamak, sonraki bütün toplum oluşumlarını, değişim ve dönüşümleri doğru anlamaktır çünkü. Bu bağlamda, Otantik Alevi süreğinde “Rıza Şehri” olarak yer alan bu kadim geçmiş, bölgedeki toplumsal oluşumların hem yapılanmalarını hem de üzerinde yükseldikleri tekmil kutsallık kavrayışlarını derinden etkilemiştir.
Tek tanrılı tarihsel evrede, tek tanrılı kutsallık zemininde oluşan toplumsal yapılarda, bir “tanrı ülkesi” ya da “öte dünya bahçesi” ya da “Göksel bahçe” olarak yeraldı. Isadan sonraki 4.yüzyıldan itibaren cennet–cehennem ikilemi içinde yaygınlık kazandı. Aynı zamanda inanırlarının bilinçaltlarına kazındı. Bu nedenle, kadim Rızalık Şehri’ne gitmeden önce, sözkonusu dinlerde nasıl yeraldı ve nasıl bilinç altlarına yerleştirildi bunun üzerinde durmak istiyorum. Bir bakıma baştan sona doğru değil sondan başa doğru yolculuk yapacağız. Tabi ki vuruşarak yapacağız bunu. Semitik İbrahimi din süreğinin ilk kitabından Tevrat(Tora=Töre), bu başlangıç için yeterli olacaktır. Çünkü, daha sonrakiler, bu süreği belki biraz daha “öte dünyalı”laştırarak, bu bağlamda da daha da olgunlaştırarak devam ettirdiler.
Tekvin Bölümünün, İbranilerin 47 yıl sürdüğü belirtilen ünlü “Babil sürgünü”nden dönüş sonrası, yaklaşık İ.Ö. 6oo’lü yıllarda kaleme alındığı biliniyor artık. “Çıkış”(Exodüs) bölümü ilk yazılan bölüm olmakla beraber, yaratılışın yeraldığı Tekvin(Genesis) bölümü birinci bölüm olarak yeralır Tevrat’da. Aden, bu bölümde anlatılır. Şöyle anlatılır: “Ve Tanrı doğuda, Aden’de bir bahçe yaptı; ve yarattığı Adem’i oraya koydu. Ve RAB Tanrı, görünüşü güzel ve yenilmesi iyi olan her ağacı, ve bahçenin ortasında hayat ağacını, ve iyilik ve kötülüğü bilme ağacını yerden bitirdi. Ve bahçeyi sulamak için Aden’den bir ırmak çıktı; ve oradan bölündü ve dört kol oldu. Birinin adı Pişon’dur; kendisinde altın olan bütün Havila diyarını kuşatır; Ve ikinci ırmağın adı Gihon’dur; bütün kuş ilini kuşatan odur. Ve üçüncü ırmağın adı Dicle’dir; Aşur’un önünden akan odur. Ve dördüncü ırmak Fırat’tır”(Tekvin2;8-14) Aden, bir çok İbrani araştırması için, “tat” veya “zevk”alma anlamında tanımlanır. Insanlığa zevk vermesi için Tanrının yarattığı bir bahçe olarak anlamlandırılsa da, gerçekte, Akatça bir sözcüktür. Bir anlamıyla “bozkır” demek olmakla birlikte diğer anlamıyla tarımsal setlere yollama bağlamında “taraça” anlamına gelir ki, orijinal adına uyğun olmasa da, İbrahimi dinlerince RAB Allah’ın topraktan yarattığı, ilk çiftçi atası Adem’in bu işlevine de uygundur bu tanım.
Tek tanrılı dinler, iki temel yapı üzerine oturtulurlar. Birinci yapı dünyasaldır ve tümüyle dünyasal olan maddi yaşam koşullarının düzenlenmesini esas alır. İkinci yapı ise Tanrı Dünyası ya da aynı bağlamda “öte dünya”dır ve yaşam sonrasını düzenler.Dinin kendisi bir “İnanma” edinimi değildir ama bu ikinci yapı “İnanma”yı zorunlu kılar. Dinin temsil ettiği bütün bir kutsallık konsepti, bu ikinci ayak üzerinden oluşturulur ve dünyasal olanın tümünü belirler. Bunun dışında bir varoluş yoktur.
Tekvin’in aktardığım konumuzla ilgili bölümünün anlatımından da kolayca anlaşılacağı gibi, bilinç altına yerleştirilmiş “öte dünya” kutsallığının sultasından sıyrıldığınızda, hemen görebileceğiniz gibi Aden tümüyle dünyasaldır. Onu nerede bulabileceğimiz adeta sınırlarının bile belirlendiği haritasını önümüze koymaktadır. İlk elden, Dicle ve Fırat nehirlerinin suladığı, Kafkas-Toros-Zagros üçgeninin çevrelediği Bereketli Hilal’e, bir solukta ulaşıyoruz. Ne varki, gördüğümüz haritaya oturtmakta zorlandığımız iki unsur hemen göze çarpmakta gecikmiyor.
Dört nehirden ikisi, çizilen haritaya oturmakta zorlanıyor. Kimi araştırmacılar, bunların Fırat ve Dicle’nin kolları ya da Zap ve Aras ırmakları olabileceği üzerinde durmaktalar. Bu kabul edilse bile yine yerine oturmayan bir durum var. Dinin yazıcı önderleri, Gihon ve Pişon olarak adlandırdıkları nehirlerin de hangi diyarlarda olduklarını yazmışlar. Buna göre, Pişon, “kendisinde altın olan bütün Havila diyarını kuşatıyor”; Gihon ise “bütün kuş ilini “kuşatan”dır. Sıra dışı saydığım kimi üzmanlar, aslında Aden’den kastın, söz konusu yer olmadığını, “kayıp kıta Mu” olduğu savlasalar da, bana göre kasıt son derece açıktır, açık olandan hareket etmeyi daha uygun buluyorum!.
Burada sözkonusu Gihon ve Pişon nehirlerinin bulunduğu yeri ve bu nehirlerin hangileri olduğunu bulmak önem taşıyor. Aden için, özellikle de ilk köy devriminin gerçekleştiği yerlerden birine doğrudan işaret, Diçle ve Fırattır. O halde, diğerlerini belirlemek için bilinen başlangıç noktasından hareket etmek en doğrusudur ve işaret edilen diğer yerler çok uzakta olmasa gerektir. İbrani tarihçiler, “kuş diyarı” olarak tanımladıkları yerin Mısır’ın güneyi(Sudan-Etiyopya) olduğu bilinmektedir.
Burası Nil ile birlikte anıldığından o halde Gihon Nil’dir sonucuna varabiliriz. Altın, akgünnük ve akit taşlarının çıkarıldığı yerlere gelince, bu kez daha doğyu yönelmek kaçınılmazdır; Hindistan’ın batısı İndus vadisi sözkonusu yerdir diyebiliriz. Tabi ki, haritamızın sorunu burada bitmiyor. Aden derken ayet, sabit bir yerden sözediyor gibidir. Bizim belirlediğimiz alan ise sözkonusu nehirlerle anılan dört kapılı bir alan oluyor!. Kanıma göre, yazıcılar, Aden bilgisini, orijinal metinlerden almadılar. İkincisi kendileri ayrıca birikimlerini de araya kattılar. Bu bağlamda Aden derken tek bir yerden değil, Aden adı altında bir konsepten, ilk yerleşim merkezlerinden, neolitik patlamanın gerçekleştiği, ve yaşayanların zihinlerinde depremler yaratan ilk köy cennetlerinden sözediyorlar ama ana kutsallık tekleştiği için, ana kutsallığın has bahçesini de tekleştirerek sunuyorlar doğal olarak.
Kur’an Adem’den sözettiği yerde,onun konulduğu yer olarak Aden’den sözediyor ama Tevrat gibi coğrafya belirlemiyor. Çünkü, Kur’an’da Rab Allah, eşsiz, benzersiz, mekansız ve sıfatsız olarak tekleştirilmiştir. Dünyasal olandan tümüyle soyutlyanmıştır. Tevrat ise bu konuda henüz “çoklu”dur., Dünyasal olanı da yeterince gizleyememektedir bu yüzden. Söz konusu bölgede uç veren dört uygarlık merkezinin ana rahmi olması bakımından da bu belirlemem, bana göre yerine oturmaktadır ki, bu uygarlık merkezlerinin temelini bu ilk Aden’ler atmıştır. Mısır, Mezopotamya, Anadolu ve Arapa. Aden’in bir konsept olduğu yolundaki belirlemem bu açıdan da yerine oturmaktadır kanımca. (Devam edecek)
Haşim KUTLU Devamını Gör
İlk yorum yapan olun