Rızalık Şehri – 2

11041800_468194279995633_3406178587846190219_n

Rızalık Şehri – 2

TARİHSEL BİR GERÇEKLİK Mİ ÜTOPYA MI
KIZILBAŞ ALEVİLİKTE RIZALIK ŞEHRİ-II

Rıza Şehri üzerine yaptığım çalışmaları özetlemeye devam ediyorum. Birinci bölümün anlatımından da anlaşılacağı üzere, Rıza Şehri’nin Yol insanı açısından taşıdığı batıni anlamları üzerinde durmuyorum. Bu kısa özeti, kapsamının dışına taşırmamak için şimdilik, tümüyle tarihsel ve toplumsal anlamı ya da karşılığını, bu özetlemeye konu etmeğe çalışıyorum.

Birinci bölümün sonunu, Rıza Şehri kavramının, otantik Alevilikte, toplumsal yapılanmanın Ortaklığa dayandığının temel bir ifadesi olarak, “Yola Girme”nin Rıza Şehri’ne girmek ve Ortaklığın gönüldaş bir üyesi olmak anlamına geldiğini belirterek bağlamıştım.

Artık, Maddi ve manevi etkinliğinin tamamını, Ortaklık üzerine kurmuş bir toplum yapılanmasının geride kaldığı, günün Alevilerinin de, onların örgütlü hareketi olarak Modern Alevi hareketinin de, kökene ilişkin aidiyeti dışında sözkonusu Ortaklık yapılanmasıyla ve o günün Alevi Toplumuyla bir bağlantısı bulunmamaktadır. Onlar artık, “Modern Toplumun” bir başka ifadeyle “Ulus toplum”unun bir üyesidirler. Tabi ki Türkiye gerçeğine uygun düşen bir üyesidirler!…

Bu nedenle, Aleviliğe ilişkin olarak ya da onun otantik sosyalitesine ilişkin olarak belirttiğim “Ortaklık” kavramının somut karşılığı, bu gün somut olarak görülemediği için de yeterince algılanamamaktadır. Özellikle genç kuşak açısından bu, çok daha net olarak böyledir. Bu nedenle, sorunun tarihselliğine doğru bir yolculuğa çıkıp, tarihsel örnekleri buraya aktarmadan önce, “ Mohikanların sonuncusu” örneği, bu gün, farkındalıklarını kaybetmiş olsalar da, benim kuşağımın tanık olduğu bir örneği buraya aktarmak istiyorum.

Aktarmak istediğim örnek, bir Dergâh mekânı ve onun işleviyle ilgilidir.

BİR ANI VE SONUNCU ÖRNEK

Çocukluğum ve gençliğimin bir bölümü, Hünkâr Dergahı’nda bir hizmetli olarak geçti. Vermeyi düşündüğüm örnek, çocuk anılarımın, tıpkı çocuk dizlerde kalan çocukca yaralar gibi bir örnek, Ayrıntıları itibariyle son derece silik ama ana hatları itibariyle son derece belirgin.

Bundan yaklaşık yirmi yıl önce, Alevilik konusunu başlıca çalışma alanım olarak ele aldığımda, Aleviliğe ilişkin onca yaşadıklarımı, bu yaşamdan öğrendiklerimi de veri olarak ele almak, ama onları tekrarlamak değil, yolculuğumun her durağında bu verileri yeniden yeniden dizmek bağlamında, hep göz önünde bulundurdum.

Yaşamını Dergah Hizmetlisi olarak tamamlamış Kurban Baba’dan, anlamını bilmesem de, “Rıza Şehri çocukları” olduğumuzu hep duyardım. O kimileyin “Rıza Şehri” yerine “Işık Bahçeleri” dediği de olurdu ve “biz Aleviler Rıza Şehrı -ya da Işık Bahçeleri- çocuklarıyız” derdi. Tabi, onun ağzından ne zaman bu sözü duysam, daha sonraki yaşlarda değil ama diyelim ilk okul sıralarında, Kurban Baba’nın Bahçevanlığı gelirdi gözümün önüne ve sözünü de hep bu bağlam içinde algılardım!..

Ne zaman Rıza Şehri üzerine düşünsem, aklıma, şimdi sözünü edeceğim örnek düşer ve örneğe, bu bağlamda anlam vermeğe çalışırdım.

Örnek Şöyleydi;

Yukarıda da belirttiğim gibi çocukluğum ve gençliğimin bir bölümü Hünkar Dergahı’nda, Hunkâr Soyu’nun bu günkü varisleri olan ve geleneksel olarak “Çelebiler” diye bilinen aile “Konakları”nda geçti. Çocukluğumda Hacıbektaş yine ilçe olmasına karşın, çevre köylerin tamamı Hacıbektaş’tan sözettiklerinde, “Hacıbektaş” diye değil “Köy” diye sözederlerdi. Örneğin “Hacıbektaş’a gidiyorum” değil de “Köye gidiyorum” derlerdi. Tabi ki, Çelebiler ile İlçe ve yine Çelebiler ile kaldıkları “Konak Külliyesi” aynı “Kutsallık Konsepti” içinde özdeşleştikleri için de, çoğu kez hepsinin yerine olmak üzere “Konağa gidiyorum” derlerdi. Çünkü, Çelebi ailesinin kaldıkları evlere, “Konak” gözüyle bakılır veya öyle adlandırılırdı.

Burada dillendirilen “Konak” köşk ya da saray karşılığı bir anlama denk gelmiyordu tabi. Dört iklime dört kapısı olan, Meydanında sofrası hep kurulu bulunan, dört iklimden lokmalarıyla koşup gelen “Bahçe Çacukları”nın nasip getirdiği ve aynı gönül ferahlığı içinde nasiplerini alıp yolcu oldukları, bir süreği ve sürekliliği tanımlayan bir anlamı taşıyordu.

Konak, içinde o zaman için 12 kandaş(karındaş) ailenin kaldığı bir kompleksten oluşuyordu ki ilçenin merkezindeydi ve onun ana gövdesini oluşturuyordu. Konak Külliyesi ne zaman oluşturulmuş, kaç kez elden geçirilmiş, tabi ki benim bilmem mümkün değildi ama, çocokluğumun anıları içinde, bu külliyeden aklımdan kalan en temel yapı bölümü “Ambar” ve hemen ona bitişik olan ve onun ön kısmında yeralan Fırındı. 1950’li yılların başında Konak Külliyesi bölüm bölüm yeniden restora edildiğinde, belki “Ambar” kalmıştı ama artık Fırın yoktu!.. Fırının yokluğuna tarih düşüyorum, çünkü, ortaklığa ilişkin olarak en otantik yapı da ortadan kalmıştı onunla birlikte!…1500 yılarında yaşanan büyük kıyımlardan sonra bütün meydan ve mekanlarda inişe geçmiş, Ortaklığa ve Ortaklara ilişkin Yol süreğinin, geride kalmış son örnekleriydiler bunlar ve artık yoklar!..

İlçenin, şahıslara ait iki adet fırını vardı ve özel şahıslara ait tıcari birer kuruluştular. Bu fırının, aileye ait “Konak Külliyesi’nin bir parçası olmasına karşın, işlevi farklıydı. Benim çocukluğumda-ki son demleriydi- Haftada bir gün çalışırdı Konak fırını. Sanırım hala öyledir, o zamanlar Cuma günü, ilçenin Pazar Meydanı’nın kurulduğu gündü ve o gün çevre köylerden insanlar akın akın ilçeye, “Köye” ya da “Konağa” gelirlerdi.

O gün, “fırın Hizmetlileri” geceden kalkar, bütün hazırlıklarını bitirirler ve kuşlukta fırından taze ekmek, “Konak Tayını” çıkmış olurdu. Geliş nedenleri her ne olursa olsun, -belki Osmanlı Sultanı Abdülazız’den o güne, Nakşi değirmenlerinden ince öğütülmüş olanlar hariç- Cuma pazarına gelmiş herkes Konağa uğrar ve “nasıbını” alırlardı. Aynı tayınlardan ilçedeki yoksullar öncelikli olarak, her eve birer ikişer dağıtılırdı. En son olarak da hane içine ve hizmetlilere tayın(yuvarlak,kümbetli fırın ekmeği) çıkarılırdı.

Örneğe ilişkin anılarımın ana hatları böyle. Çalışmamın her aşamasında bu örneğe takılı kaldı aklım. Bu örneği yapılanmanın neresine koymalı ve nasıl ele almalıydım?. Açıktır ki, yaşayarak bildiğim bir gerçek, söz konusu fırın bir imarathane örneği değildi. Kimseye “sevabına” olsun diye yapılmıyordu bu. Sunu, Hacıbektaş ile de sınırlı olmadığı gibi köyleriyle de sınırlı değildi. Dergaha bağlı, özellikle de “harman sonu” geldiğinde, dört bir yandan talipler geliyordu ve onlar da nasipleniyorlardı bundan, daha bir çok hizmet örneklerinden nasiplendikleri gibi. Üstelik gelenler sadece, bu bağlamda nasiplenmiyor aynı zamanda hizmet işlerine de katıyorlardı kendilerini. Şair Kutubi’nin dediği gibi “almak da vermek de Rızalık” üzerine oluyordu böylece!..

Temel özelliklerini belirlediğim, bu, ayrıntı gibi duran örneği, Aleviğin otantik toplumsallığında nereye koymalıydım? Koyacağım yeri net olarak görebilmem için, örnekten sonraki döneme değil daha önceki döneme yolculuk etmem gerektiğini net olarak görüyordum. Çünkü, 1950’lerde gerek “Konak Külliyesi” gerek Hünkâr Dergahı’na ait araziler, bağlar, bahçeler geleneksel süreğin sonunun başlangıcındaydılar. Soy süreği bir biçimde devam etse de “Konak” önce hanelere, özel evlere bölündü. Özel evler, sınırlarını bütün bir mekanlara yaydılar. Sözkonusu Ortaklık Fırını ve diğer Ortaklık işler, bu gelişmenin ödenmiş bedelleri oldular!..

Bu örnek benim bizzat tanık olduğum bir örnekti. Ancak, çocukluğum ve gençliğimin bu “Ortak Konağı”nda belki gördüğüm değil ama duyduğum tek örnek değildi. Kim nasıl değerlendiriyor olursa olsun. Ortaklık Süreğinin, özellikle de Kızılbaşlıkta Ortaklık süreğinin 1930 yıllara dek yaşamış Dersim örneği, hep duyduğum ve duya geldiğim temel örneklerden birisidir ve araştıracaklar için, başlı başına bir laboratuar gibidir. Derviş geleneğinin son halkası babam Kurban Baba, sanırım son yolcuğuna gözü arkada çıktı. Son bir kez olsun gidemediği için gönül koymuş ve bir gün mutlaka gitmemi istemişti. Ne ki, bu gün Kurban Baba’nın Hakka yolcu olduğu yaşa geldigim halde, Dersim ile aramda sıra dağlar var, aşmak ne mümkün!. (Kurban Baba için Bkz. Haşim Kutlu. Kızılbaş Alevilikte Yol Er^kann Meydan. S. 305. Yurt Yay.Ankara)

Bu bölümü, sonraki bölüme de bir başlangıç olması bakımından bir cümleyle noktalamak istiyorum. “Kızılbaş Kadın” adlı çalışmamda en eski verilerini derleme olanağı bulmuştum. O çalışmama bakıldığında da görülecektir; Anadolu ve Mezopotamya’da ilk yerleşim, Kafkas-Zagros-Toros üçkeni içinde kalan, yani tarihçilerin “Bereketli Hilal” olarak adlandırdıkları toprak üzerinde, ilk yerleşim yerlerinin kurulmasıyla ortaya çıktı. En küçük toplum birimi olarak yerleşim Ocak ile başladı. Ocak, üç temel belirleyenle anlam kazanıyordu. Ocak, bir Ortak Barınak’tı, Ocak, Aşın ve işin bir arada görüldüğü yerdi ve Beslenme meydanıydı. Ve en önemlisi, bütün yüceliğiyle Ocağı ilk şekillendiren ise Ana Ata idi ve Ananın kendisi hem barınak hem beslenmenin temel kaynağıydı. Onun etinden ve sütünden gelenler, aynı “özden gelme”nın karşılığı olarak kardeştiler ve karındaştılar. İlk ortaklık böylece mekân tuttu ve Yol katarına katıldı.

Gelecek bölümde, bu kadim geçmişe yolculuğa çıkarak devam edeceğim.-(Devam edecek)

Haşim Kutlu

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*


Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.