MEYDAN-I ARIFAN: KIRKLAR MECLISI
“her ne ararsan kendinde ara/mekkede kudüte hacda degil
“Ondört bin yıl dolandım pervanelikte (…)
Kırkların ceminde dara düş oldum”
İster devletli dinler olsun ister devlet dışı doğal dinler olsun, coğrafyamızdaki dinlerin tamamında bir kırk rakamına rastlamamız adeta kaçınılmazdır. Hatta mitolojik yapılanmalarda da kırk rakamına rastlarız. Eğer rakamın arkasında ya da önünde bir kavram yok ise o rakama dilediğinizce anlam vermeniz mümkündür. Bu bağlamda, doğal dinler güzergahında olan Alevilikte de hem erkanlar düzeyinde hem de meydanlar düzeyinde yer verilmek üzere, gulbanglarında, nefeslerinde bir kırk ya da kırklar deyişine sıklıkla rastlanılır.
Üçler, beşler, yediler, onikiler gibi kırk ya da kırklar da gulbang ve nefeslerde yer alır. Dahası, doğumda kırk gün hakka yürüyüşte kırk gün vardır ve sosyal yaşamın birçok işleğinde bir kutsal sayı olarak varlığını sürdürür.
Yukarı Mezopotamya ve Anadolu’nun kadim geçmişinden, bir başka deyimle ilk köy devriminden köklenip, tarihsel evrim konaklarına koşut olarak, her defasında yeniden ve yeniden güncellenerek günümüze akıp gelebilen Alevilik sürecinde, M.S. 1500 yılı son derece önemli olan ikinci kırılma sürecini ifade eder. Bugün yaşamakta olduğumuz ve benim Kapitalist Toplum Aleviliği olarak adlandırdığım Aleviliğin başlangıcına ama kadim Yol Aleviliğinin ise sonunun başlangıcına işaret düşer.
Tanımladığım bugünkü Aleviliğin görünürdeki anlatımında, yolumuz Muhammed-Ali’den gelmektedir. Alevi yol süreğinde birinci ve büyük kırılmayı ya da inişe geçişin ifadesi olarak 1240’lı yıllarda gerçekleşen ve literatüre Büyük Babai Ayaklanması olarak kayıt düşen ama ayaklanmaya neden olan, Selçuklu ve Bizans işbirliği ile gerçekleştirilen büyük kıyım, sürgün ve bastırmanın ardından yaşanan yılgınlık ve kendi gerçeğinden kaçma ortamında, hizmete koşulan Pirler ekibinden Hünkar Bektaşi Veli’nin, sonraki süreğlere (devamlılık) de ışık tutan çağrısında olduğu gibi, dilediği kadar “Her ne ararsan kendinde ara; Mekke’de, Kudüs’te değil” diye dursun, 1500 yılında gerçekleşen ikinci kırılmadan sonra, “HAK Muhammed ALİ” olarak ya da Oniki İmam ve Ehli Beyt olarak Mekke, bir biçimde sürece dahil olmuştur.
Tabii ki dahil olurken, deyim yerinde ise ‘siyah’laştırarak olmuştur. Din yapıcılar, İsa’yı ‘siyah’laştırarak Afrika’ya sokabilirlerdi, öyle de yaptılar. Ali de Alevi Yol süreğine, Hızırlaşarak ya da aynı anlamda Hıdırlaşarak dahil olabilirdi, öyle de oldu. Bugün gidip Dêrsim zeminine bakınız; Dêrsimli’nin yarısının adı Hıdır (Xıdır), diğer yarısının adı da Alihıdır’dır! Dahası da var; Tahtacı süreğinde Ali, ancak Sarıkız Ana gibi bir kız çocuğunun babası olarak dahil olabilirdi, din yapıcılar öyle yaptılar. Adı Sarıkız olan bir kız çocuğunun babası oldu ve böylece hem Tahtacı süreğine hem de Cepni süreğine dahil oldu. Oysa Kızılbaş süreğinde Sarıkız Anayı kimse tanımaz!
Bu noktada boğulmamıza gerek yok. Öyle ya da böyle süreğe dahil olan Muhammed ve Ali, bizim yolumuzu, Muhammed’in Miraç dönüşünde, Hakkın emri ve rızası gereği olarak, Cebrail aracılığıyla Muhammed’e “Ya resülüm, falanca yerde Kırklar Cemi var oraya git dahil ol” demesiyle başlatır ve süreğe koyar.
Bizzat bu öykünün tamamı dikkate alındığında bile kırklar, toplumsal yapılanmada, o toplumu bütün isteklerinde sevk ve idare eden en yüksek organ olarak karşımıza çıkar. Tarihsel ve toplumsallığın, bütün kadim dönemlerinde olduğu gibi süreğin sözkonusu evresinde de, yaşamın bütün işlekleri kutsallık örgüsü altındadır. Yaşamın hiçbir dokusu kutsallık dışında kalmaz, kalamaz. Bu hiç kimseyi şaşırtmamalıdır. Kutsallık var ise iman ve itikat da vardır ama bunlar, ayrı ayrı işlekler değildir, içiçedir ve bir bütünün kendini ifade tarzlarıdır. Muhammed ve Ali de, sözkonusu kutsallığın şemsiyesinde yer alırken, onların kendi gerçekliklerindeki kimlikleriyle değil, devletli, hiyerarşik ve nihayet hükmeden bir sıfatla değil, bir ortaklık toplumuna dahil olmanın gereklerine uygun olarak, Hakkın emri rızasına boyun eğip bir hizmetli olarak dahil olurlar.
Peki kırkların, belirlediğim özelliğini yol insanı nasıl kavramlandırmıştır? Arifler Meclisi ya da aynı bağlamda Ermişler ya da Arınmışlar ya da Kusursuzlar Meclisi demişlerdir. Bu kavram olarak güruh-ı naci diye de söylenir ki, bu batin erkanının tanımlamasıdır. Bizde Dêrsim süreği, bu bağlamda adeta sırdaki arşiv niteliğindedir. Arifler, kırklar deyip geçmezlerdi. Yol, yolunca yürüdüğü zamanlar. Kal Xeyrî Çewres diyerek anlandırmaktaydılar onlar. Söz, kendini aşan kırk ermişler, erenler anlamına geliyordu.
Kırklar makamında, henüz kendini bilmek bağlamındaki düzeyleri taliplik makamında olanlar yer almazlar. O makamda ancak toplumsallıktaki hizmetlilik özelliklerine bağlı olarak, en başta Ocak Pirleri ve Mürşitler yer alır. Sonra Aşıklar ve ardından da Sadıklar yer alırlar. O makamdan tıpkı yıllık görgüden geçen talipler gibi, en başta mürşitler olmak üzere, Pirler, Aşıklar ve Sadıklar göğünden geçerler. Yol insanının her türlü halini, ihtiyaçlarını ve nihayet bu hizmetlerin yerine getirilmesinde kendi işleklerini görürler, gözden geçirirler. Eksik olanın eksikliği, yanlış işlek güdenin yanlışlığı o meydanda görülür.
Eğer, 1500 yılındaki yenilgi ve kırılma evresiyle başlayan süreçte, “Hak Muhammed Ali” yola Kırklar Meclisi’yle dahil olmuşsa, bilmemiz gerekiyor ki o evreye gelişte zaten bu meydan vardır, ama bu evreden sonra kılık değiştirmiştir. Bu noktada soru şudur: Peki önceki süreçte Mekke ol henüz olmadığına göre kök neredeydi ve bu kökü bulmamız mümkün mü?
“Her ne ararsan kendinde ara” diyen Hünkarın çağrısına uyarak, soruyu yanıtlamak için çok hızlı ve oldukça kestirme bir tarihsel yolculuğa çıkmak zorundayız. Yukarı Mezopotamya ve Anadolu’nun kadim geçmişinden söz edeceğiz. Tabii ki herhangi bir yerden söz etmediğimizin, bugün varlığını sürdüren üç büyük devletli dinin de yaratılış köklerini dayandırdığı ve adına Aden ya da Eden dedikleri, dahası Zera Ater’in (Zerdüşt) Tanrısı Ahura Mazda’nın “on altı ülke yarattım, bunların en görkemlisi Airyana Veyah (Aryenlerin ülkesi)” dediği, daha da ötesi, M.Ö. 5 binli yıllarda yazılmış kutsal metinlerinde dillendirdikleri ve adına Dilmon (biz Daylem diyoruz) dedikleri ve kutsadıkları topraklardan sözettiğimizin farkında olarak.
Verimli Hilal’in ilk öncü ve önder kadınları, o günün behrinde, Bilge Analar olarak kurdular söz konusu Kırklar Meclisi’ni. O meclisin ardındaki bilgi, ortak hafızadan silinse de henüz yeryüzündeki Cennet (bolluk ülkesi), anaların ayak izlerini taşıyordu ve bu yüzdendir ki ”Cennet Anaların ayakları altındadır” sözü ilk kurucunun anısına dillendirilmiştir ve hala söylenmektedir. Yol insanı, bu kök oluşumuna Rıza Şehri adını verdi ve kolektif belleğinde bunu hep taşıdı. Tabii ki yeryüzündeki bu cennet ne zaman sır oldu ve öte dünyaya taşındı, analar da tarihsel ve toplumsal alandan kovuldular. Sanki hiç olmamışlar, hiç yaşamamışlar gibi. Ancak yarattıkları toplumsallık, evrim yasalarına koşut hep varola geldi. Her tarih konağında, yeni koşullara uygun kendini yeniden ve yeniden güncelleyerek.
Kadim Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’nın Hattileri, Luvileri, Hurrileri, söz konusu işleği güncelleyerek kendi toplumsal yapılanmalarına uyarladılar. Evrimsel süreğin gereklerine uygun olarak toplumsallığın en yukarıdaki organı olan Kırklar Meclisi’nde bu kez eş ve eşit olarak yer aldılar analar. Hattiler ya da Hititler, bu meclise Banko (Pankus) diyorlardı. Yol literatürüne aşina olan her cana bu kavram yabancı gelmeyecektir. Alevi yolunda dua yoktur, gulbang vardır ve arınmış söz anlamındadır. Hattilerin Banko’su da Arınmışlar, Kusursuzlar ya da bugünkü ifademizle Arifler Meclisi anlamına gelmektedir. Meclisin yürütmesinde yedi kişilik bir konsey vardır. Eş ve eşit olarak en üstteki makamda yer alan, akademisyenlerin kral ve kraliçe diye tanıdıkları makam sahibi yöneticiler, diğer her bir meclis üyesi gibi bütün yetkilerinden arındırılarak yılda bir kez o meydanda görülüyorlardı. İşleklerinde eksiklik ya da yanlışlık varsa ülkenin herhangi bir yerine gönderiliyor, orada herhangi bir yurttaş gibi hizmete koşturuluyorlardı. Ta ki eksikliklerini giderinceye kadar.
Hititler konusunda uluslararası kürsü sahibi olan Ordinaryüs Prof. Akurgal, bu demokratik işleği, halen o topraklarda yaşamakta olan kültürel varlıklarda aramaz da, İngiltere’deki meşruti monarşiyi örnekler! M.Ö. 2500’lerde yaşanmış bu komünal demokrasiyi günün meşruti monarşisiyle kıyaslaması ilginçtir.
Akurgal’in kral ve kraliçe olarak adlandırdıklarını Hattiler, Tavan Anna ve Tavan Atta olarak adlandırıyorlardı ki ne kral kavramıyla ne de kraliçe kavramıyla ilgisi bulunmamaktadır. Tanrılar evindeki cemlerinde her ikisi birlikte yer alıyorlar ve o günden bugüne güncellenerek sürek tutmuş varislerinde Kızılbaş ana ve atalar, Pîr ve Dapîr (Pir ve Pirana) olarak adlandırdılar aynı makamı.*
Tabii ki Kırklar Meclisi’yle ilgili olarak anlatacaklarımız ve sözümüz burada bitmiyor. Ne var ki makalemizin çapı da belki ancak bu kadarına izin veriyor.
- Bu süreçler hakkında geniş bilgi edinmek isteyenler için bkz. H.K. KIZILBAŞ KADIN. Alev Yay. İstanbul.
Ayrıca H. Kutlu, “Rıza Şehri yaşanmış bir gerçeklik mi bir ütopya mı” başlıklı makaleler dizini.
İlk yorum yapan olun