IŞIK İNSANLARI- LUVİLER- ALUVİLER
Bu gün size binlerce yıllık tarihi boyunca sayısız sıkıntılarla boğuşmuş, vurula vurula, kırıla kırıla tüm tarihi belgeleri yok edilmiş, kendi benliğini unutmuş kadim halkın Anadolu da yaşayan kısmının inançlarını anlatacağım. Işıkların ne yazık ki bu günlere kalan nefesleri dışında onları anlatan tüm eserleri yok edilmiştir. O nedenle sizlere anlatacağım şey as…lında bir söz arkeolojisidir. Işıklarla ilgili anlatacaklarım elbette bununla kalmayacaktır. Bu sadece bir başlangıçtır.
Işık İnsanlarının İnancına Giriş
Işıkların inanışına ait sırlar üstün algılama düzeyi olan, belli bir eğitimden geçen kişilere anlatılırdı. Bilgi büyük bir yüktür, taşımaya ehil olanlara taşıtılır. Bu nedenle Işık dini kendini sembollerle, ışık inancının özüne ulaşmış bir azınlıktan başkasının anlayamayacağı terimlerle ifade etmiştir.
Başka dinlerin hüküm sürdüğü çağlarda kendilerini serbestçe ifade edememeleri, Işıklara gizli toplum denen bir hüviyet kazandırmıştır. Zamanla bu aktarım zinciri koptu. Savaşlar sürgünler vs nedeniyle sır verilemez oldu. (Erik Cornell Dragomomen adlı kitabında Alevilerin (ışıkların) dinleri etkileyen gizemli bir kardeşlik örgütlenmesi olduğunu sürekli baskı, şiddete maruz kaldığını söylüyor) . Geniş ışık inanışı kitleleri, Şeriat mertebesindeki söylemleri kendi inançları saydılar.
Işık dini silahsız bir dindir. Çaresizliğin getirdiği başkaldırılar dışında ışıkların silah kuşandığı pek görülmemiştir. Silahsız bir dinin başka bir dinin hakim olduğu topraklarda saklanmaktan başka çaresi yoktur. Işık inancı ne bir mezhep nede sentezdir. Işık inancı bütün inanışları etkilemiş, semavi dinlere başlangıç olmuş asıl kaynaktır. Bu inanış bir sevdadır, ancak hissedilir. Serçeşmedir. İnsanlığın taassup dönemlerinde açıkça ifade edilemeyecek kadar bilimsel yorumlara sahiptir, bir gerçeklere tapınma dinidir. Işıkların elindeki en önemli kaynak (tüm yazılı belgeleri yok edildiği ya da tahrif edildiği ya da başkaları tarafından yazıldığı için) sözlü gelenektir. Bu gelenek esas alınırsa ışık inancının insanlık tarihiyle yaşıt olduğu görülür. Şimdi bunu Işıkların dilinden dinleyelim. Aşık İsmail “Akan dört ırmağın gözün sorarsan-Serçeşmeden gelir suyun durusu” diyor. Yunus Emre “Dört kitabın manasın okudum hâsıl ettim-Işığa gelince gördüm bir uzun hece imiş”. “Oruç namaz gusülü hac hicaptır aşıklara-aşk ondan münehhez halis heves içinde-ey aşıklar ey aşıklar ışık mezhebi dindir bana” derken, Harabi “Harabi’ye ihsan olmuş Hüdadan, Okuyoruz işte kitabımız var” sözleriyle ışık dininin temel özelliklerini ve kadimliğini vurguluyor.
Aleviler, Luviler, MA Halkı
Işık inancını tanıtırken önce Alevi kelimesinden başlayalım. -i eki Türkçe’de aidiyet kazandırır. Tarih-tarihi, mimar-mimari gibi. Alevi kelimesi de alev den türemiştir. Alevi kelimesi aleve ait, ışığa ait, ışıktan gelen anlamındadır. Eğer Ali’yi seven anlamında bir kelime düşünülseydi Bu Alici ya da Alili olurdu. Selçuk-Selçuklu, Osman-Osmanlı, Atatürk-Atatürkçü gibi.
Bu sözcüğün kaynağı aslında Hititlere kadar uzanır. Bu halk Anadolu’ya geldiklerinde Luvi diye adlandırdıkları bir halkla tanıştı. Komşu bir ülke bu halkı adlandırdığında kelime “A-luvi” oluyordu. Sefa Taşkın Mysia ve Işık insanları adlı kitabında “M.Ö. den önce 2000 yıllarında Hititlerin bıraktığı yazılı ve resmi belgelerin bize tanıttığı Luviler adı verilen halkın, yalnız Anadolu’nun değil, insanlığın derin geçmişi ile ilgili önemli gizler taşıdığı günümüzde yeni yeni ayırt ediliyor” diyor. Yine Sefa Taşkın Afganistan’dan İspanya’ya Karadeniz’in kuzeyine kadar birçok yer, ırmak adının Luvice olduğunu söylüyor. Arkeolog Firuzan Kınal, Mersin, Hacılar, Alişar kazılarından yola çıkarak M.Ö. 6000 yıllarında ortaya çıkan bakır çağı kültürünü yaratanların Luviler olduğunu tespit ediyor. Bilge Umar kültür mirası en zengin halkın Luviler olduğunu söylüyor. Luviler Hint-Avrupa ailesinden bir dil konuşan en eski halktır diye de ekliyor. Albrect Götze Küçük Asya kitabında Luvilerin Anadolu kökenli bir ulus olduğunu, bunların Yunanistan’a ,Balkanlara Sicilya ve İtalya’ya yayıldığını söylüyor. Meyer Anadolu halkının (Luviler) Helenleşmeden önce var olduğunu söylüyor. H.Craig Melcherc sadece Luviler hakkında kitap yazmıştır. Birgit Brandeu, Hititler adlı kitabında Asyanın (Assuva) adının bile Luvice olduğunu , Alexandr-Paris gibi adların Luvice olduğunu, kültürel buluşların Luviler sayesinde Yunan’a, Roma’ya sonunda da batı kültürüne ulaştığını yazmıştır. Görüldüğü üzere Luvi halkının kadim bir Anadolu halkı olduğu yönünde görüş birliği vardır. Günümüzde de süren kazıların ışığında ne yazık ki henüz M.Ö 6000 lere uzanan bulgulara rastlanmaktadır. Her ne kadar Göbeklitepe deki kazılar Anadolu’nun 11 bin yıllık tarihini günışığına çıkarmaya başlasa da henüz tamamlanmadığından net konuşamıyoruz. Ama inanıyorum ki orası da bize Luvi halkı hakkında bilgi verecektir. Sonuç olarak; Tüm arkeoloğların fikir birliği ettiği bir Luvi kültüründen söz edilmekte ise de bulgular bu gün için yetersizdir. Bu halkla ilgili bilgiler yada devlet ismi henüz telaffuz edilememiştir. Ama koskoca bir luvi gerçeği de gün gibi ortada durmaktadır. İşte onun için söz arkeolojisi önem kazanmaktadır.
Şu anda Anadolu halklarının ana tanrıça tapınmaları bu bölgenin dini olarak gösterilmektedir. Bu tapınmada bile gizemli ışık inancını görebilmekteyiz. Binlerce yıl boyunca hemen hemen tüm devletleri etkileyen coğrafi bölgelere, şehirlere isim veren bu halk ile ilgili neredeyse tüm yazılı belge ve tarihi eserlerin yok edilmesi ilginçtir. Şimdi olduğu gibi ulaşılabilen tarihin sayfalarında da Luvi halkına derin bir tahammülsüzlük gösterildiği açıktır. Büyük keramik çömleklere konularak gömülmüş, çömleklerin hepsinin yönünün de doğuya baktığı mezarlıklar gibi nadir örnekler onlar hakkında ipuçlarına ulaşmamızı sağlıyor.
Luvi sözcüğü birçok dilde ışık ve ışık kaynağı sözcüklerinin kökünü oluşturur. Hititçede Lukka, Latincede Lux, İngilizcede Light, İtalyancada Lure, İspanyolcada Luz, Almancada licht gibi. Bu kelimenin anlamı ışık insanı demektir. Bu halk ise kendine MA halkı demektedir. Bu gün bile Erzincan ,Tunceli’de nerelisiniz diye yaşlılara sorduğunuzda Mameki’liyiz derler. Hangi dili konuşuyorsunuz derseniz, Zone Ma derler. Hangi millettensiniz diye sorsanız, millete Ma derler. Işıklar MA’nın oğullarıdır. Bu Ma yada Mu kelimesi özünde derin bir ezoterizm barındırır. Hem Sümerlerde, hem de batık kıta Mu ile ilgili konularda aynı kelime sık sık geçer. Ayrıca Amerika kıtası kadim halklarında da bu kelime ile sık sık karşılaşırız. Işık insanları bir millet değildir, öyle bir inançtır ki her ırktan insan bu dine girebilir. Yeter ki gereğini yerine getirebilsin. Yunus Emre bu durumu “Gayrıdır her bir milletten şu bizim milletimiz-hiçbir dinde bulunmaz din-ü diyanetimiz” diyerek anlatır.
Osmanlılar ve Işık Taifesi
Alevi kelimesinin Ali kaynaklı olmadığının bir diğer belgesi de 16.yyın son çeyreğine kadar Osmanlının Alevilere Işık Taifesi demesidir. Baki Özün Alevilikle ilgili Osmanlı Belgeleri kitabından örnekler verelim;“1558 Eskişehir Kadısına; Seyitgazi Işıklarının yola getirilmesine dair: …Seyitgazi ışıklarının bazılarının fesat ehli olup, böylelerini yakalayıp güvenilir adamlara teslim edip…”, “1558 Edirne Kadısına; bayramlarda Işık Taifesinin kos ve nakkaze çalarak şehirlerde gezmemelerine dair: aşure günlerinde Işık Taifesi dahi sancaklar kaldırıp davul ve nakkaze ve def ve dümbelek ile açıkça şehirde gezip Müslümanların hakimlerine bu tür şeriata aykırı hareketlerin yasaklanması…”, “1567 Ahyolu Kadısına; Ahyolundaki Işık Taifesini takip edilmesine dair: Işık Taifesi toplanıp Bahçeli adındaki başkanları Tur adlı ışık için (haşa) peygamberdir diye inandığından başka…ehl-i sünnet ve cemaatden ibadet üzre Müslümanlara boş yere aç gezersiniz ve başınızı yere korsunuz deyip Feranz kitaplarına saman ve kepekten ibarettir…”. “1576 Filibe Kadısına; Filibe’deki Hurufi mezhebinden olanların cezalandırılmalarına dair: Maad adlı köyden Mustafa Işık Huruf mezhebinden olup Müslümanlığı dinsizliğe sürüklemekten geri durmayıp…”. Görüldüğü üzere Osmanlı açıkça bu insanlara ışıklar diye hitap etmekte ve inançlarını beğenmemektedir. Çünkü onlar Müslüman değildir ve İslam’ın tanımladığı kabul gören dinlerden birine de mensup değildirler. İşin aslına bakarsanız Işıklar da İslam’ı beğenmemektedir.
Yine Peçevi Tarihinde de; (1528) Işık Taifesi için “Ehl-i İslamda Işık Taifesi mezmun (ayıp) bir taife olduğu gibi kafirlerden daha kötü bir taifedir.”. “Işık ve abdal diye anılan ne kadar imanı ve fiili bozuk kimseler var idiyse yanına toplanıp 20-30 bin kadar eşkıyadan oluşan bir çete meydana geldi” diyor. Bura da Kalenderi isyanı anlatılırken yine aynı tabir tekrarlanıyor. Ancak artık elimizde bir kaç yeni bilgi var. Birincisi Bektaşilere de ışık denmekte, ikincisi ışıklara başka bir isim de takılmakta. Abdal. Konumuzun dışında ama Osmanlı tarihi boyunca ışıklara başka isimler takılmaya devam ediliyor. Torlak, kızılbaş, Bedrettini, Melami, Hurufi gibi. Oysa bunlar sonradan çıkmış ezoterik temelli dini akımlardır. Kelimenin özü açıkça anlaşıldığı üzere ışık tır. Prof. Süleyman Uludağ Tasavvuf Terimleri Sözlüğünde; ”Osmanlılar zamanında bazen Bektaşilere, Alevilere, Hurufilere ve Rafizi eğilimli derviş zümrelerine Işık ve Işık Taifesi adı verilmiştir. Bunlar adına tesis edilecek vakıfların şer’an geçerli olamayacağı kaydedilmiş, fermanlarda bu zümreye dikkat çekilmiştir” diyor. Görüldüğü üzere burada da gerçek ters yüz ediliyor. Tam aksine ışıklara Bektaşi vs. deniyor demeliyken, Prof. Uludağ her zamanki güdümlü tarihçilik davranışıyla gerçeğin tam tersini söylüyor.
Işıklar kelimesinden; önce Kızılbaş sonra Alevi ve Aşık kelimesine geçiş
Peki, ne oldu da birden ışık kelimesi kalktı da Alevi kelimesi geldi? 16.yy’da Osmanlı Safevi çatışmasında ışıkların Safevileri tuttuğu izlenimi yaratıldı. Oysa gerçekte Osmanlı ve Safevilerin propaganda savaşının mağduru olmuşlardı. İmam Cafer’e atfedilen sözde “buyruk” isimli kitap hem Osmanlılar hem de Safeviler tarafından kendileri açısından çarpıtılarak yazılmış ve bir taraftan sünni bir taraftan da şii propagandası yapılmıştır. Safevi Osmanlı sınırı Anadolu’yu neredeyse tam ortadan bölüyordu. Bu sınır bölgesi de ışıkların hala yoğun olarak bulunduğu bölgeydi. Ayrıca yüzyıllardır Anadolu halkının Safevi devleti sınırları içindeki Erdebil dergahı ile gönül bağı vardı. Bırakın Anadolu halkını Osmanlı Sultanları bile bu dergaha Çıralık denilen bağış yapıyorlardı. Sonuç olarak sınırları halk değil hakim güçler çiziyordu. Bu da birbirine çok yakın insanların irtibatını sanki casusluk hareketiymiş gibi gösteriyordu. Kaldı ki Tekeli isyanı Safevi sınırının tam zıttın da bir nokta da, Pisidia da başladı. Safeviler nasıl ve neden kendi sınırında değil de Antalya’nın doğusunda bir isyan başlatsın ki? Diyelim ki burada bir isyan başlattılar. Neden hiç desteklemesinler ki? Tam o dönemlerdeki Tekeli isyanı sırasında; savaşa ara verildiği bir dönemde, ışıkların yardım için Şah İsmail’e gönderdiği elçileri kazanda kaynatarak öldürmesine rağmen ışıklar Şah İsmail taraftarı sayıldılar (Hoca Sadettin=Tacü’t Tevarih).
Safevilerin kullandığı Kızılbaş ismi ışıklar içinde söylenmeye başlandı. Oysa o yüzyıl içinde çıkan çok sayıda isyan tamamen ekonomik ve sosyal nedenlerden kaynaklanıyor ve hiç birinde Şah İsmail desteği olmuyordu. Kaldı ki Şah İsmail’in kısa hükümdarlık süresi ( 1524 de öldü) dışında yüzyıllar boyunca Anadolu halkına kızılbaş ya da şah İsmail taraftarı demek güdümlü tarihçilikten başka türlü açıklanamaz.
Osmanlı kazanınca ülkesinde bir ışık sürek avı başlattı. İşte ışıklar bir kelime oyunuyla ve ses benzerliğiyle alevi kelimesinin ardına bu dönemde sığındılar. Aslında ilk önce kendilerine vurulan Kızılbaş damgasının aşağılayıcı kullanımıyla uğraştılar. Alevi kelimesi daha çok Cumhuriyet döneminde ön plana çıktı.
Arapçadaki aşk ışık âşık sözcükleri neredeyse aynı harflerle yazıldığından ışık kelimesini de âşık şekline çevirdiler. Bu durumu en güzel Gubari “aşıklarız, ışıklarız, el hâk gedalarız (doğrusu fakirleriz), Şeydalarız (delileriz), felekzedeler müptelalarız (feleğin zulmüne uğramış tutkunlarız)” diyerek anlatıyor. Yani ışıklar artık, aşık, Alevi ve yine de Kızılbaş olarak anılıyordu.
Horasan Pirleri, Hoy, Seyit
Işıklar, İslam’ın Anadolu da hakim olduğu dönemlerde Türklerin göç yollarından biri olan Horasan (güneşin doğduğu yer) kelimesini kullanarak kendilerine Horasan Pirleri dediler. Böylece Türk olduklarını ima ettiler. Bu isimden daha güzel kendilerini tanımlayan kelime olamazdı. Çünkü onlar ışığın oğullarıydı. Dünyanın en eski dinine sahiptiler. Onlar tüm dinlerin serçeşmesiydi. Göç eden kavimler adlarını göç ederken geçtikleri yerlerden değil, geldikleri yerlerden alırlar. Ancak Anadolu’da hangi ışık insanı pire yada aşığa baksak Horasan’dan geldiğini söyler. Bu da yetmez; Hoy isimli Azerbaycan bölgesindeki bir şehirden geldiklerini söylerler. Yani Anadolu’daki ışık insanlarının neredeyse tümü Horasandan, ayrıca Horasan da bulunmayan bugün İran’ın kuzeyinde bulunan Hoy şehrinden gelen Türklerdir. Oysa Horasan hiç bir milletin anavatanı değildir. Çoğu yeri de çölden oluşur.
Yine neredeyse tamamı; bir arap olan Muhammed’in soyundan gelen seyyidlerdir. Bu da yetmez hayatı boyunca Anadolu’ya uğramamış İmam Cafer’in soyundandırlar. Hatta ışıklar Anadolu’da kolonizasyon görevi yapan, İslam’ı yayan (her ne hikmetse buna rağmen Müslüman sayılmayan) dervişlerdir.
Yine Bizans döneminde kullandıkları Saint (aziz) kelimesinden yola çıkarak seyit kelimesini gündeme getirip kendilerini İslam’la bağdaştırdılar. Böylece sözde peygamber soylu insanların yönettiği bir İslami mezhep görünümüne büründüler. Bu durumun onları Osmanlı zulmünden kurtaracağını umdular. Ama olmadı . Bu kez de yönetici sınıfın zalim inancı olan Sünnilik yakalarına yapıştı. Görüldüğü üzere bu takiyyeler Hıristiyanlığın yaptığı zulmün tecrübesi ile Müslümanların da aynı zulmü yapmaması için tecrübe ile sabit uygulamalardı. Hayatta kalmak, yok edilmemek için uğraşıyorlardı.
Kimse Türklerin tarih boyunca İslam dahil hangi din için başka nerede kolonizasyon yaptığını merak etmedi. Kimse Türkler’in hakim din ne ise o dine girip uyum sağladığı gerçeğini aklına getirmedi. Oysa Türkler Asya ve Avrupa kıtasında ki bütün dinlere girmiş tek millettir. Dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir dinin bayraktarlığını yapmadığını görmedi. Sanki Anadolu boşmuş gibi her ne hikmetse birden Türkleştiğini hiç düşünmeden kabul etti. Türklerin tarihi boyunca göç edip te başka nereyi Türkleştirdiğini merak etmedi. Tüm bilimsel çalışmalar da; Anadolu halkının gen haritası ile Orta Asya Türklerinin gen haritasının farklı olduğunu görmedi. Görüldüğü üzere gerçekte ışıklar sürekli karşılaştıkları katliamlardan korunmak için bu masum yalanı söylediler. Aynı şeyi Bizans döneminde de yapmışlardı. İlhan Erten (derleme), ”biz aşığız ne söylesek sözümüzde yalan olmaz-sır içinde sır saklarız kimseye ayan olmaz” diyerek bu durumu çok güzel tanımlıyor.
Işıklar binlerce yıldır Anadolu da yaşayan bu toprakların gerçek sahipleriydiler. Onlar ne Türk tü ne de Müslüman dı. Onlar ışığın kaynağı anlamında Tanrı kavramını Horasan kelimesiyle sır ettiler. Hoy kelimesi de gerçekte Hu kelimesinin yanlış çevirisinden başka bir şey değildi. Ayrıca Hoy kelimesi ezoterizim de Gürüh-u Naci (aydınlanmış, ermiş insanlar) anlamındaydı. Onlar millet tanımayan evrensel insanlardı. Öz be öz Anadolulu, hiç kimsenin soyundan gelmeyen, evrensel tekamülün yolcularıydı.
Işıklar ve İslam
En büyük problem Işıkların tarihini İslam coğrafyasında yaşanan talihsiz macera (Hz. Ali, Hz. Hüseyin, Kerbela) ile başlatmaktır ve 15.-16. yüzyıllarda kullanılmaya başlanan Kızılbaş, Alevi kelimeleri ile Işıkları Hz. Ali mezhepli bir İslami bakış açısı olarak kabul etmektir. Bir Müslüman olarak oruç tutan, namaz kılan, dini uğruna bir çok insan öldüren, hayatı boyunca semah yapmak bir yana semahın ne olduğunu bile bilmeyen, tek evlilik yapmayan, yaratan ve yaratılan ayırdını yapan, cennete ve cehenneme inanan, hiç dedelik yapmayan, musahipliğin ne olduğunu bilmeyen Hz. Ali’nin ışıkların önderi olması, isminin Tanrı’yı tasvir ederken kullanılması, Muhammed’in önüne geçmesi mümkün müdür? Görülüyor ki bu da ışıkların kendi inançlarını sır ederken kullandığı müslüman ögelerden biridir. İnsan da sembolleştirilmiş yaratıcı bu sefer de hakim inanç Müslümanlık olduğundan, kuvveti ve heybetinden esinlenilerek Ali adıyla anılmıştır. Ama bu Ali o Ali değildir. Bu Ali tanrının ta kendisidir. İrene Melikoff da bu durumu farkediyor ve Hacı Bektaş adlı kitabında Aleviliğin şiilikle ve sünnilikle ilgisi olmadığını, Aleviliğin Şiilikte eritilmek istendiğini, Aleviliğin İslam kökenli olmadığını, Aleviliğin üzerinden Ali ipoteğinin kaldırılması gerektiğini söylemiştir.
Işıkların kendini İslam’ın bir parçası gösterme gayretleri güvenlik sorunundan İslam’ın Işıkları kendine bağlama çabaları ise asimilasyon politikalarından kaynaklanır.
Işık dini ve İslam’ı karşılaştırırsak kavramların taban tabana zıt olduğunu görürüz. Işık dininde yaratan ve yaratılan yoktur. Yaratılmışların bütünü yaratanın kendisidir. Işık inancı yaratan ve yaratılan ikiliğini reddeder. En büyük en küçüktedir. İkilik küfürdür bize, bire inanırız derler. Ruh ışıktır ve ölümsüzdür. Yunus Emre den örnek verelim. “hem batınım hem zahirim-hem evvelim hem ahirim-hem ben oyum hem o benim-hem o kerimü han benim.” .“ ko ölmek endişesin-ışık ölmez bakidir-ölmek senin nen ola-çünkü canın ilahidir.” .
Şimdi oturup düşünelim Yunus’un bu sözleri sizce zerre kadar İslami inançla bağdaşıyor mu? Işık dininde cennet-cehennem yoktur. Devriye vardır. İnsan ölünce çeşitli biçimlerde tekrar hayata gelir gider. Bu İnsan-i Kamil olana kadar sürer. Sonra insan ana kaynağa döner. Işıklarda yaratılış güneş ışığının yeryüzüne ulaşması ile başlar. İnsan, Kırklar Meclisinde alınan kararla kırklardan birinin özünü seçilmiş varlığa (güruh-u naci) katmasıyla yaratılmıştır. Şimdi yine soruyorum, böyle bir inanç İslam da var mı?
İslam Şii inancına göre Hz. Hüseyin 3. İmamdır. Kerbela da onun da şehit edildiği acı olayın anısına 12 imam orucu tutulur. Şimdi düşünelim. Neden onun ölümünden sonra, 9 imamın yası, daha onlar doğmadan tutulmaya başlansın? Daha doğmamış kişilerin imam olacakları 200 yıl önceden nasıl biliniyordu? Bu imamların hepsi de katledilmediğine göre bu 12 imam yas orucu neyin nesidir?
Bu olayların olduğu zamanlarda Anadolu ışıkları Bizans zulmü altında yaşam savaşı veriyordu. Devlet dini hıristiyanlık onları inim inim inletiyordu. Bu konuyu duysalar bile üzülecek yada ilgilenecek halleri yoktu. Zaten Müslüman da değillerdi. İçinde kendine özgü sırlar taşıyan 12 sayısını yaşatabilmek için, müslümanlar için önemli bu konuyu kullandılar. Böylece kendi inanç ritüeline uygun bir mazlum Müslüman önderi seçmiş görünerek kendilerini güvence altına aldıklarını düşündüler. Elbette Kerbela olayı dahil Arap coğrafyasında yaşanan olaylar onların kendi aralarında yaşadığı güç savaşından başka bir şey değildi. Sonunda kazanan Emevi ailesi olmuş ve yönetim onların eline geçmiştir.
Alevilerin Musa-i Kazım (745-799) inancının bir kolu olduğu konusuna gelince; ilk soru neden Musa-i Kazım’ın Arap torunları Anadolu’da bu kadar akrabalarının olduğunu bilmiyorlar? Musa-i Kazım 54 yıl yaşadı. Anadolu’ya hiç uğramadı. Musa-i Kazım’ın çocukları Anadolu’ya göç edip kendi dilleri Arapçayı bırakıp Türkçe nefesler söyleyip, bağlama çalıp, Kürtçe sohbet mi ettiler? Ya da Anadolu’ya göç eden Türk kadınlar Musa-i Kazım’ın akrabaları ile kısa süreli evlilikler mi yaptılar? Bu çocuklarla Anadolu’ya geldiler de Aleviliğin temelini bu çocuklar mı attılar? Neresinden baksanız bu düşüncenin akla yakın bir yanı yoktur. Ne yazık ki günümüzde bu görüşten yola çıkılarak, bir yandan devlet politikası ile sünnileştirilen Işık halkı, diğer yandan da İran’ın desteği ile Şiileştirilmeye çalışılmaktadır. Ama kimse kıral çıplak dememektedir. Görüldüğü gibi bu da ışıkların Müslümanmış gibi görünerek kendini güvenceye alma yöntemlerinden biridir.
Işıklar ve Ali Kavramına Bakış
Işıklara göre, Şeriat kapısından sonra, Ali 7. yy’da yaşamış kişi değil, Yaradan’ın görünen ışığıdır. Ali yaratandır, yaratılandır. Rahmandır, rahimdir. Her yerde var olan o güzelin en üst düzeyde tecellisi insandır. Ali Tanrının insandaki görüntüsünün ismidir. Hz. Ali’ye yüklenen yaratıcı kavramı bir varolma savaşındandır, zorunluluktandır. Işık nefeslerine 16. yy’da girmiş, Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi gerçekte ışık sevgisidir.
Işık terminolojisinde Tevella sırrı diye bir deyim vardır. Tevella Arapçada görünürde dost saymak, yakın saymak demektir. Bu sır Ali ve Ehl-i Beyti görünürde dost saymak demektir. Ali Murtaza Topal Dede “Hakikat cemine vasıl olanlar-Tevella sırrına beli dediler-Hakkı eynel yakın bunda görenler-Ehl-i beyt-e nuru celi (parlak) dediler-İkrar verdim ilme dönmem ebedi-Kalbimde uyandı nur-u Ahmedi-Öz canımda buldun ay’ı semayı-Gördüğüm didara (yüz) Ali dediler” diyerek Tevella sırrına ne güzel örnek veriyor.
Şimdi Ali ile ilgili ozanların sözlerine kulak verelim. Genç Abdal “Yoğ iken yerle gökler ezelden-Kudret kandilinde pünhan Alidir-Kun deyince bezm-i elestten evvel-Alemi var eden sultan Alidir”. “Müminler sırrını ilden sakınır-Kendin bilmezlere sözün dokunur-Genci Abdal dört kitapta okunur-Evveli ahiri destan Alidir”. Devrani “Hakkın kandilinde gizli nihanda (görünmeyen)-La mekan elinde sır idi Ali-Künt-ü kenzin (varoluşun saklı hazinesi) esrarı (sırrı) ondadır-dünya kurulmadan var idi Ali-Feriştahlar (melekler) kendi nurundan oldu-Sen kimsin diye Cibril’e sordu- Cibril bilemedi kanadı yandı-Ol zaman kandilde nur idi Ali”. Sefil Ali “Şah-ı merdan cuşa geldi sırrı aşikâr eyledi-Yağmuru yağdıran benim diye Ömer’e söyledi-Ol dem şimşek yalabıdı yedi sema gürledi-Hem sakidir hem bakidir nur-u rahmanım Ali”.
Abdal Musa “Ali oldum adım bahane-Güvercin donunda geldim bu hane-Abdal Musa oldum geldim cihane-Arif anlar biz nice sırdanız” derken Ali adının anlamını ne güzel vurguluyor. Mehmet Ali Hilmi Dede “Tuttum aynayı yüzüme-Ali göründü gözüme-Nazar eyledim özüme-Ali göründü gözüme-Ali candır Ali canan-Ali dindir Ali iman-Ali rahim Ali rahman-Ali göründü gözüme” diyerek belki de Ali kelimesinin anlamını en güzel o ifade ediyor.
Aleviler Aliye Allah diyor diyerek, bunu küfür ve dinden çıkma sayarak, sırf bu nedenle Hacı Bektaş’a da soğuk bakan, sünni inanca mensup çoğunluğa ve üst düzey yöneticilere de kendilerinden saydıkları Mevlana’dan bir göndermede bulunalım. Mevlana (Divan-ı Kebirden seçme şiirler156-157) “Cihanın temeli suret buluncaya kadar var olan Ali idi. Yer resmedilinceye zaman husule gelinceye kadar var olan Ali idi. Veli, vasi olan şah Ali cömertliğin, keremin, bağışın sultanın Ali idi… afaka her bakışımda gördümki yakin yüzünden her varlıkta var olan Ali idi. Bu küfür olmaz. Küfür olan söz bu değildir. Cihan var oldukça Ali var olur. Cihan var olurken de Ali vardı.”. Sünniliğin en temel sorunu derin cahiliyet ve devamında ruhban sınıfına tam teslimiyet olduğundan elbette Mevlana’nın bu sözleri es geçilecektir. Ayrıca Mevlana detaylı incelense onları şaşırtacak daha nelerle karşılaşacaklar. Ama konumuz bu olmadığından burada sözümüze ara veriyoruz.
Işık İnanışı ve Kavramları
Ayin-i Cem= Işık inanışının temel taşı, Ayin-i Cemdir. Burada Büyük Patlamadan sonra evrenin ve yaratılışın bütün evreleri söz, müzik, dans ve ritüellerle anlatılır. Cem yanmakta olan bir ocaktan alınan ateşle yakılan ışıkla başlar. Bu ışığa çerağ denir (çerağ: uyarmak). Bu yaratılışın, ışığın (güneşin) ortaya çıkışının sembolik anlatımıdır. Konumuzun dışında olduğu için bu konuyu burada bırakıyoruz.
Ocak= Işık örgütlenmesi ocak iledir. Ocak ile alev arasındaki anlam akrabalığı önemlidir. Ocaktan (ışıktan, alevden) insanlar tanımlanır. Ocağı yöneten dedelere ocakzade (ışıktan doğan) denir. Ocak sisteminde mürşit-pir-rehber sistemi vardır. Ocaklar birbirinden üstün tutulmaz. Pir tarafından sır yeni kuşaklara gizlilik içinde, gönül kırma pahasına aktarılır.“eri erden seçen kördür”. “yol cümleden uludur”, ”gönül kalsın yol kalmasın” gibi sözler bu durumu anlatır.
Güruh-u Naci= seçilmiş topluluk demektir. Işık inancında yola girmek, ikrar vermek, musahip edinmek gerekir. Yola girene Talip denir. Yola ters davranana Düşkün denir.
4 kapı 40 makam= Şeriat kapısı, Tarikat kapısı, Mağfiret kapısı, Hakikat kapısı diye dört kapı vardır. Her kapının 10 makamı vardır. Hakikat kapısının 10. makamında kişi hakikate eriştirilir. Şeriat kapısının müritlerine Beloğlu denir (semavi din kurallarına uyma zorunluluğu vardır). Tarikat kapısı müritlerine Yoloğlu denir (ya da muhip: seven dost). Mağfiret kapısı müritlerine derviş denir. Hakikat kapısı müritlerine Baba denir.
Sır grupları= Işık inanışında 3 tür sır grubu vardır. İlm-el yakin: ilim ve akıl yoluyla elde edilen küçük sırlar. Ayn-el yakin: gerçeğin tam olarak hissedilemeyeceği büyük sırlar. Hakk-el yakin: inanışın gerçek anlamını barındıran ilahi sırlar. Ayn-el yakin seviyesine ulaşanlara yukarıda bahsettiğimiz Tevella sırrı öğretilir. Bu safhada Teberra (Ali ve Ehl-i Beyt-i sevmeyenden uzak durma) sırrı da öğretilir. Asıl anlamı ışık ehli olmayandan uzak durmadır. 40. makamda Sekahüm sırrı öğretilir. Bu sırra göre, insan, evrimleşmesini bir başka gezegende tamamladıktan sonra kendini öz ve suret olarak yeryüzündeki insansı varlığa genetik yolla transfer etmiştir.
Devriye= “İnsan önce nurdan, sonra 4 kuvvet içinden, sonra hareketsizler, sonra bitkiler, hayvanlar âleminden geçer, sonra babanın beline ananın rahmine gelir.” (Jaques Girardon, yerkürenin en güzel tarihi). Fiziki dünyayı yöneten dört temel kuvvet vardır”.(Astrofizikçi Prof. Andre Brahiç). “…bir galaksinin doğumundan bir bebeğin doğumuna kadar bilinen tüm olaylardan dört temel kuvvet sorumludur” .Joseph Silk (evrenin kısa tarihi).
Bu gün bilim adamları evrende ve dünyada ki 4 kuvveti keşfetmenin ötesinde, kuramlarını ona göre şekillendiriyorlar. Oysa ışıklar 4 kuvvet, evrenin varoluşu ile ilgili bizim ancak yavaş yavaş öğrendiğimiz sırları biliyorlardı. İşte 4 kuvvetin eşliğinde Devriye de bu bilinen gerçeklerdendir. Devriye iki yaydan oluşan bir dairedir. İnen yay (kavs-ı nuzul) gerçek varlıktan yeryüzüne gelinceye kadarki evreleri, çıkan yay (kavs-ı uruç) cansız nesneden Yaradan’a dönüşene kadarki evreleri içerir. Işık inancında ruh ölmez. Gufrani “Katre idim ummanlara karıştım-Kaç bulandım kaç duruldum kim bilir-Devre edip alemleri dolaştım-Bir sanata kaç sarıldım kim bilir-Bulut olup ağdığımı bilirim-Boran ile yağdığımı bilirim-Altı anadan doğduğumu bilirim-Kaç ebeden kaç soruldum kim bilir” derken devriyeyi ne güzel anlatıyor. Kısacası Işıklara göre gök ata oldu yer ve dört kuvvet ana oldu.
Işık İnanışında Evrenin ve Dünyanın Yaratılışı
Einstein, Alexandr Freidman, Georges Lemaiter, George Garnow, serisiyle ortaya atılan büyük patlama kuramına göre evren 12 milyar yıl önce ışıltılı yoğun bir yapının patlaması ile oluşmuştur. Bu yapı maddeyi anında yok eden ışıktı. Güneş sistemimiz, yaklaşık 4,6 milyar yıl önce büyük bir yıldızın dağılması ile oluşmuş bulutsu bir enkazdan oluşmuştur. Yeryüzündeki yaşamın temeli olan enerji güneşin iç bölümündeki nükleer füzyon tepkimelerinde hidrojenin helyuma dönüşmesi ile ortaya çıkar. Bu enerji, görünür ışık olarak uzaya yayılır.
Şimdi; evrenin ortaya çıkışını ışıkların nefeslerinde gözlemleyelim. Kul Himmet “124 bin peygamber evveli-kurulmadan şu dünyanın temeli-ay gün yayılmazdan evveli-mağripten maşrıka doğan nur nedir.” Big Bang bundan güzel nasıl anlatılır? Yine büyük patlamadan sonra kendinden başka her şeyi yutan ışığı tanımlayan Balım Sultan “o nesne ne idi cihanı yuttu-cihanı yutandan haber ver şimdi” diyor. Yine Yunus Emre büyük patlamayı “Hak bir cevher yarattı kendinin kudretinden-nazar kıldı gevhere eridi heybetinden-gevherden buğu çıkardı, buğudan gök yarattı-gökyüzünden ziyneti çok yıldızlar eyledi-göğe haydi dön dedi- Ay gün yürüsün dedi-suyu havada kodu üstünde yer eyledi.” “Yedi gök yaratıldı ışık ile bünyad (yapıldı) oldu-Toprağa nazar kıldı aksırıp (fışkırıp) duru geldim.” diyerek anlatıyor. Big Bang ve sonrasında bu gün yeni yeni keşfedebildiğimiz yaratılış aşamaları, gök cisimlerinin dönüyor oluşu, suyun buharlaşıp atmosferi oluşturmaya katkısı vb gibi detaylar bir beyitte daha nasıl anlatılabilir ki?
Patlamadan sonra büyük enerji bir yıldız da toplandı, bu yıldızın dağılması ile güneşe geldi. Yanarak ışığa dönüştü, yeryüzüne ulaşarak yaşamı başlattı. Başlangıçta, dünyada yaşamın oluşması için uygun ortam olmadığını, yüzbinlerce yıl geçmesi gerektiğini Kul Himmet “nice yüz bin yıllar kandilde durdum-atanın belinden anadan geldim” diye anlatıyor. Işık inanışında insanın başlangıcı güneşte enerji (kandilde nur) olduğu dönemden başlar. Pervane “kudret kandilinde bir ışık iken-ta ol zaman aşık oldum o nura ben”. “çatılmadan yerin göğün binası-muallakta iki nura düş oldum. “ziyasından halk eyledi toprağı-vücut buldu bu eşyanın menbaı”. “nice yüz bin defa keramet buldum-kandilin içinde durduğum zaman”. Genç Abdal “kandilde nur iken sevmişim seni-güzel pirim, sultan pirim, şah pirim”. Nesimi “eğer sual eder isen sırrımdan-cümlemizi var eyledi varından-hak yarattı Muhammedi nurundan-kandilde balkıyan nurdan gelirim.”. Dermani “ta ezelden kandildeki nurdayım-binde bir can eremedi bu sırra.” . Seyit Feyzullah “kandilde balkıyan dostun nurudur-akıl ermez ona dostun sırrıdır.”. Pir Sultan Abdal “hak bizi yoktan var etti-şükür yoktan vara geldim-yedi kat arşta asılı-kandildeki nura geldim.” . Devrani “kandilin içinde nur olan biziz-la mekan elinde sır olan biziz”. Harabi “kafunun hitabı izhar olmadan (bu evrenin ol buyruğu verilmeden)-biz bu kâinatın iptidasıyız (önceki başlangıcıyız).” “bu ana değin ta kavlu beladan-haberimiz vardır her maceradan.” Görüldüğü üzere aşıklar ışık olarak geçirdikleri evreleri nasılda güzel anlatıyorlar. Yunus Emre, Şah Hatayi bunu, ”bir kandilden bir kandile atıldım-turap olup yeryüzüne saçıldım-bir zaman hak idim hak ile kaldım-gönlüme od düştü yandım da geldim” diye belirtiyor. Yanmanın güneşin iç bölümlerinde olduğu da(gönlüme od düştü yandım da geldim) şaşırtıcı biçimde anlatılıyor. Burada, dünyanın soğuyan bir parçanın güneşten kopmasından değil, bulutsu bir yapıda mikrondan küçük tozların bir araya gelmesi ile olduğunun (turap oldum yeryüzüne saçıldım)vurgulanması son derece önemlidir. Bu bilgi, bilim adamlarının yeni ulaştığı bir bilgidir.
Işık inanışında insan varlığının 2 evresi vardır.1. evrede insan bedenleşmemiş bir enerjidir, ışıktır (nur-u kadim). 2. evrede insan devriye yoluyla evrimleşerek vücut bulmuş ve cisim olarak ortaya çıkmıştır.
Işık sırları bakar kör olanlar için değildir. Ahmet Edip Harabi “kandil geceleri kandil oluruz-kandilin içinde fitil oluruz-hakkı göstermeye delil oluruz-bakar kör olanlar görmez bu hali.” . Aşık Senem “aranmayan hak bulunmaz-bakmaynan göze görünmez-çıkıp meydanda salınmaz-aslın nurdadır sevdiğim.” Kul Himmet “hakkın gevherinden arşın nurundan-ondan hâsıl oldu güruh-u naci.” diyerek bu durumu vurguluyor.
Işıklar binlerce yıldır bu bilimsel gerçeği bildiklerinden gerçeğin demine hü derler. Hatayi “hü diyelim gerçeklerin demine-gerçeklerin demi nurdan sayılır” diyor. Yuhanna İncili adeta ışık insanlarının inanışlarını anlatmak istercesine “Başlangıçta söz vardı. Söz tanrıyla birlikteydi ve söz tanrıydı. Başlangıçta o tanrıyla birlikteydi. Her şey onun aracılığı ile var oldu. Var olan hiçbir şey onsuz var olmadı. Yaşam ondaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar, karanlık onu alt edemedi.” der. İsterseniz birde söz kelimesinin yerine ışık kelimesini koyarak tekrar okuyun. O zaman sanırım çok şaşıracaksınız.
İnsanın Yaratılış Tarihçesi
İnsansı ilk varlık Australopithecus (450 cc beyin), Homohabilis (600-800 cc beyin): (2 milyon-1.7 milyon yıl önce). Homo erektus (850-1100 cc beyin): (1.7milyon-250 binyılönce). Neandertal (1500 cc beyin): 135 bin yıl önce. Bugünkü insan (1350 cc beyin): 100 bin yıl önce. Neandertallerle bu günkü insanın 60 bin yıl birlikte yaşadığı ortaya çıkınca insan Neandertallerden gelir kuramı yıkıldı.
Charles Darwin’in; teorisinin tüm soruları cevaplayamadığını “türlerin kökeni” isimli kitabında “eğer türler yavaş yavaş belli belirsiz gelişmelerle türemişse peki o zaman neden etrafta sayısız geçiş formları görmüyoruz? Neden doğanın bütünü karışıklık içinde değil de bütün türler gördüğümüz gibi kusursuz? Buna tatmin edici bir cevap veremiyorum.” sözlerinden anlıyoruz.
Işık inancına göre insansı varlıktan insana geçişte evrim sürecine dünya dışı varlıklar tarafından genetik müdahalede bulunulmuştur. Kaliforniya üniversitesi biyokimyacıları, maymundan insana geçişin evrim yoluyla değil, DNA’nın kimyasal yapısında değişme yoluyla olduğunu laboratuvar ortamında kanıtladılar. Işık inanışına göre ilk insan bir başka âlemde evrim yolu ile ortaya çıkmıştır. Evrimleşmiş insan yeşil bir gezegende yada yıldız sisteminde oluşmuştur. Haydi bunu da aşıkların dilinden dinleyelim. Âşık Devrani “sorma ne hacet bizleri sofu-ta ezel künyede ismimiz vardır-dünya kurulmadan yüzbin yıl evveli-ol yeşil kandilde cismimiz vardır.” Pervane “halk etmeden arşı kurşi alemi-şol yeşil kandilde verdik selamı.” Seyyid Feyzullah “yer yok iken, gök yok iken dolaştım-muallakta beyaz kufara düştüm-kırkların ceminde engürü içtim-ol yeşil kubbeye konduğum zaman.” diyerek bahsi geçen yeşil gezegeni tanımlıyor. Dünyada insan oluşumu ise; dünya dışı insanların evrimleşme sürecine genetik müdahalesi ile oluşmuştur. Yeryüzündeki insansı varlığa kendini transfer eden dünya dışı varlık bu genetik transfer ile yeryüzündeki insansı varlığın içinde kendine yer bulmuştur.
Kırklar Meclisi ,Cebrail, Musahiplik
Işık inancına göre arşta kurulmuş kırklar meclisinde kırklardan birinin özünün yeryüzünden seçilerek arşa yükseltilmiş varlığa katılmış olmasıyla insan yaratılmıştır. Pir Sultan Abdal “La mekan elinden misafir geldim-bu fani mülküne bastım kademi-nerenin selamın getirdin dersen-elest-i bezminden (kırklar toplantısı) indik bu deme”. Sıdkı Baba “14 bin yıl gezdim pervanelikte-Sıdkı ismin buldum divanelikte-içtim şarabını mestanelikte-kırkların ceminde dara düş oldum-Güruh-u Naciye özümü kattım-insan sıfatında çok geldim gittim-bülbül oldum Firdevs bağında öttüm-bir zaman gül için zare düş oldum.” Kul Himmet “kırklardan birine neşter vuruldu-aktı kan varlığı ispat olundu-o anda hak mevcutta mevcut göründü-hu vallah çağırdı irfan hu deyi.” Fakir Edna “koca leşker sen kırkların birisin-kırkların birine neşter vurursun.” Yunus Emre “ol kırkından birine çaldım idi neşteri-kırkından kan akıtıp ibret gösteren benim.” diyerek kırklar meclisine göndermede bulunurlar.
Asi olup sonradan boyun eğmiş varlık, İslami baskılardan dolayı Cibril olarak adlandırılmış ama özde kırklardan biri olarak kalmıştır. Cebrail ilk insana özünü katar. Adem de saklanır. Böylece insandaki can iki olur. Canan can içindedir artık. Bu olayı nefeslerden dinleyelim. Âşık Veli “Âdeme saklandı cenabı bari.” Genç Abdal “Genç abdalım sakla sen seni sende-hak seni saklasın can ile tende-hak buyurdu ben sendeyim sen bende-sakla kulum beni saklayım seni.” Hacı Bektaş (Makalat) “Hem can var hem canın canı var. İmdi azizmen can ikidir. Biri candır biri can-ı candır.” Mazhari “hakikat bağının gonca gülünü-deren bilir dermeyenler ne bilir-canın kurban edip canan yoluna-veren bilir vermeyenler ne bilir.” Âşık Veli “yerin göğün binasını kurunca-iptida hidayet arife indi-sen kimsin ben kimim diye sorunca-sorduğu ol demde kana boyandı-sen sensin ben benim dedi Cebrail-olmadı mürşitin emrine kail-havada dolandı tam 14 bin yıl-tevekkel babına vardı dayandı-hitaptan bir nida geldi ol zaman-dedi ya Cebrail sözlerime kan-sen haliksin ben mahlûkum di heman-kara rengi ala renge boyandı-mürşitler aradı yedi kat yeri-ne dağ koydu ne taş koydu mermeri-âdeme gizlendi cenab-i bari.” Anonim bir nefeste “Cebrail havada nice bin yıl döndü-çok vakit Allahı gaipten bildi-görünce bir kubbe üstüne kondu-sen sensin ben benim dese ne fayda.” Davut Sulari “Cebrail Adem’e şahit olmadan-kubbeyi rahmanda tektik erenler” diyor.
Bu olay Musahiplik i başlatır. İrene Melikoff Hacı Bektaş adlı kitabında “musahiplik zaman ve mekân dışında olmuş ve bedenleşmenin devrine göre olagelmekte bulunan bir törenin yeryüzündeki izdüşümüdür” diyor. Musahipliğin ışık inancı dışında hiçbir din yada mezhepte olmaması ilginçtir. Kurban edilen varlık; ölmemiş, bir başka varlıkta ,onun kanında yaşamaya devam etmiştir. Işıklar bu duruma ölmeden ölmek diyorlar. Hatayi “ölmeden ölmüşüz-vasılı can alan can olur.” . “kırkların kalbi durudur-gelenin kalbin arıdır-gelişin kandan beridir-söyle sen kimsin dediler”. “naci derler bir güruha uğradım-her biri birinin almış elini-mekânımız kanda dedim söyledim-mekân tutmuş hakikatın ilimi”. Virani “Âdem olup insan içine geldim-hak nasip eylerse kandan içeri-behlül gibi kandan kana gezerken-bir kana uğradım kandan içeri-hak lokması yemiş bende kanmışım-serim başım pir yoluna koymuşum-bu canı vermişim bir can almışım-bu canı saklarım candan içeri”. Yukarıda ki nefeslerin “kanda yaşayan varlık” vurgulaması bence ışık inancının en büyük sırlarından biridir.
Sümer yaratılış miti de ışıklarınki gibidir. Zecheria Sitckhin den bir alıntı ”büyük tanrıların gönderdiği bilgeliğin efendisi tanrı Enki büyük tanrılara şu bilgiyi verdi. Adını söylediğimiz yaratık mevcuttur. Ve ekledi, zaten mevcut olan yaratığın üstüne tanrıların suretini tutturun.”. “Bir tanrı kurban edilsin-böylece tanrılar onda yıkanıp arınacak-onun eti ve onun kanıyla-Nintu kili karışacak-böylece tanrı ve insan karışacak-o tanrının etinde bir ruh vardır-onun işaretleri yaşayanlarda açığa çıkacak-böylece bu ruhun var olduğu unutulmayacak.”. “Bu kişi yalnız ölsün, böylece insanlar biçimlenebilir, büyük tanrılar muhakkak burada toplansınlar, suçlu teslim edilsin ki böylece hüküm verebilsinler.” “İnsanoğlunun ilk yaratıldığı zaman gibi, onlar ekmek yemeyi bilmiyorlardı, giysi giymeyi bilmiyorlardı, koyunlar gibi ağızlarıyla ot yiyorlar, arklardan su içiyorlardı. O günlerde tanrıların yaratma odasında Duku evlerinde Lahar ve Aşnan biçimlendi. Has ağıllardaki iyi şeylerin hatırına insana soluk verildi.”
Bu Sümer tabletinin devamında Lahar ve Aşnan yeryüzüne indirilir. Aynen Tevrat’ta geçen Habil ve Kayin gibi Lahar çoban Aşnan çiftçi olur. Aynen Habil ve Kayin gibi kavga ederler. Tevrat’la tek fark bu çocukların havadan değil yaratma odalarından çıkmalarıdır.
Mu Dini,Hacı Bektaş Veli Dergahı ve Işık İnsanları
Mu inanışını ortaya atan James Churchward dır. Bu İngiliz subayı Hindistan da görevi sırasında Naakal rahipleri ile tanışır. Bize hiç bir delil sunmamasına rağmen iddiası çok ilgi çeker. Atatürk bile onun kitaplarını tercüme ettirerek okur. Yaşamın, şu anda büyük okyanusa denk gelen bölgede, 3 adadan oluşan Mu ülkesinde başladığını iddia eder. Arkeolojik eserleri de bu Mu inanışına göre yorumlar. Ancak Sümer tabletleri Churchward’ın söylemleriyle çelişir. Peki nedir bu Mu inancı?
1-Tanrı tektir. 2-Beden ölür, ruh ölmez. 3-Ruh mükemmelliğe ulaşmak için değişik bedenlerle yeniden doğar. 4-Mükemmelliğe erişen ruh tanrıya geri döner 5- Tanrıya ibadet semboller ve ritüellerle yapılır. 6- İnsanoğlu evrim sonucu değil, bilgiyle donanmış halde yeryüzüne indirilmiştir. Kabaca tarif ettiğimiz Mu inancının, ışık inancının temel ögeleriyle aynı olduğunu görüyoruz. Sadece buraya kadar değil Churchward’ın tarif ettiği Mu simgelerinin Anadolu ışıkları tarafından da kullanıldığını görüyoruz. Şimdi bunu Hacı Bektaş Dergahı örneğiyle belgeleyelim.
Hacı Bektaş dergâhında bulunan kırklar meydanında cam bir dolap içinde sekiz köşeli ortasında güneşi simgeleyen daire formu olan obje durur. Bu Mu kraliyet arması ve dergâh mührüdür. Kimi mezar taşlarında da aynı arma görülür. Hacı Bektaş dergâhı ulularından Güvenç Abdalın sandukasının üzerinde sarkıtılmış güneş imparatorluğu arması vardır. Dergâhın üçler çeşmesi bölümünde altı köşeli yıldız, bunu çevreleyen çember, dairenin ortasında lotus resmi vardır. Bektaşi dervişleri güneşin sembolü daire ve onu çevreleyen on iki güneş ışığı içeren teslim taşı denen kolye taşırlar. Dergâhın her yerinde lotus (nilüfer) motifleri vardır. Görüldüğü gibi dergah bütün yıkımlara, tarihi belgelerin yok edilmesine rağmen, hala Mu dininde iddia edilen sembollere sahiptir. Şüphesiz dergâhta izler daha fazla idi. Ancak 2. Mahmud, Bektaşi tekkelerini kapatıp 1834 yılında Hacı Bektaşi Veli dergâhına Nakşibendi bir şeyh atadı. Bu şeyh ilk olarak dergâhın içine cami yaptı. Sonra dergâhın geçmiş izlerini yok etti. Örneğin ; Pir evi kitabesi bu dönemde yok edildi.
Görüldüğü gibi ışık insanları dünyanın her yerinde izlerini görebileceğimiz kadim inancı temsil etmektedir. Geçmişle ilgili hangi kavmi yada inancı incelerseniz inceleyin Anadolu ışık inancı ile paralelliğini göreceksiniz.
Kutsal Kitaplarda Işık İnsanları
Tekvin 6. Babda “İlahi varlıklar ( Tanrı oğulları) insan kızlarının güzel olduklarını gördüler ve bütün seçtiklerinden kendilerine karılar aldılar. İlahi varlıklar ( Tanrı oğulları) , insan kızlarına vardıkları ve bu kızlar onlara çocuk doğurdukları zaman o günlerde hem de ondan sonra yeryüzünde Nefiller ( gökten yere inenler) vardı. Bunlar ebediyetin kudretli olanlarıydı (bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi), Şem ( ışık, güneş ) halkıydı” yazıyor. Bu sözler bir tek Tanrılı din kitabının kendi söylemiyle çelişmesi demektir. Açıkça gökten inen Tanrı oğulları insan kızlarıyla evlendiler diyor. Nasıl Tanrı’nın oğlu olabilir? Bunlar nasıl tıpkı bir insan gibi evlenebilir, cinsel ilişkiye girebilir ve çocukları olabilir? Hani Tanrı tek, doğurmayan ve doğurtmayandı? Hani bir şeyin olması için onun istemesi yeterdi?
Son Tevrat çevirilerinde ilahi varlıklar kelimesi dipnotunda; İbranice Tanrı oğulları, bunların melek ya da Şit soyundan gelen insanlar olduğu sanılıyor diyor. Yani Yahudi ruhbanları da gerçeğin farkında. Gerçeği ancak bu kadar saklayabiliyorlar. Yoksa, İbranice Tanrı oğulları anlamına gelen kelimeyi niye İlahi varlıklar diye yazsınlar ki? Hele hele Tanrı oğullarının melek soyundan gelmesi söylemi ayrı bir komedidir. Yani melekler evlenmekte ve çocuk yapmakta mıdır? Yani melekler Tanrının oğlu mudur? Yada Tanrının eşimidir? Bu trajikomik çamurda çırpınma gösterisi bu kadarla da kalmıyor. Bunların Şit soyundan gelme olasılığı var deniyor. Bu durum da Şit Tanrı mıdır? Hani Şit Adem’in oğullarındandı? Yani Adem’in oğlu Şit aynı zamanda Tanrı olup, çocuklarına insan kızlarıyla evlenmeyi mi tavsiye etti? Neresinden baksanız tam bir tükenişi gördüğümüz bu tanımlamalar, Tevrat’ın gerçekte Sümer tabletlerinde okuduğumuz olayları, yaratılış hikayelerini, kötü bir taklitle anlattığını ve bu anlatımla kendini komik duruma düşürerek Tek Tanrılı din iddiasında bulunduğunu görüyoruz.
Yukarıda anlattığımız çoğulluk konusuna bir örnekte Tevrat ta . 1. Bab 26. Bölümdeki “ve Elohim dedi, suretimizde benzeyişimizde insan yapalım” cümlesidir. Elohim kelimesini burada Tanrı olarak çevirirlerken, diğer bazı bablarda, örneğin 6.babda da Tanrı oğulları diye çevirdiler. Oysa Elohim çoğulu ifade eder. Tekil hali Elohadır. Ancak yeni çevirilerde yine aynı telaşla ilahi varlıklar diye çevrildiler. Çünkü tek tanrılı dinde bunu açıklamak imkânsızdı.
Bu duruma bir diğer örnek te Musa’nın Yaradan’a verdiği isim YHVH dir. Teologlara göre bu Yaradan’ın verdiği ben, ben olanım karşılığının İbranicedeki baş harfleridir. İbranice de sesli harf yoktur. Bu kelime Yahova olarak telaffuz edilmektedir ve kelimenin İbranice bir anlamı yoktur. Bu kelimenin Mısır dilindeki anlamı Işığın Tanrısıdır. (Sir Wallis Budge -Burak Eldem 2012 Marduk’la randevu) “Yahu eski Mısır dilinde Işığın tanrısına verilen ad, Va ise bir ve tek anlamındadır “
Sonuç olarak; bence Nefilimler, Işıkların dışarıdan gelen, evrimini tamamlamış ve genetik özünü insansı varlığa transfer etmiş diye tanımladıkları canlılardı. Bir çok söylemi Sümer tabletleriyle paralellik gösteren Tevrat burada da Sümer söylemlerini tekrarlamıştır. Çünkü sayısız Sümer tabletlerinde bu canlılar dünyaya gelişindeki ayrıntılara kadar anlatılmıştır. Bu canlıların nasıl insanı laboratuvar ortamında ürettikleri tüm detaylarıyla anlatılır. Dolayısıyla bütün örtme çabalarına rağmen Tevrat Işık dininin kırıntılarını yansıtan bir tekrardır.
Kumran da, Esenniler’in M.Ö. 200-M.S. 70 yılları arasında yazılmış eserleri bulundu. Bu Kumran Tomarları denilen eserler de Tevrat daki aynı konudan bahsediyordu. Ancak burada Tanrı oğulları değil Gök oğulları terimi kullanılır. Dolayısıyla aynı yorumum burada ki eserler içinde geçerlidir.
Esseni tarikatında 3. Dereceye gelmiş mürşitlere Işığın Oğlu denirdi. Essenilere göre yeryüzü Yaradan’ın dağılmış parçalarıydı ve insan Tanrı’nın en gelişmiş görüntüsüydü. Ruhun ezelden beri var olduğuna inanıyorlardı. Yani ışıkların inancının aynısı. Bu kadim inançta da ışık inancının tekrarını görüyoruz.
İlk yorum yapan olun