Devlet Dışı Alevilik -2-

10959805_1603808869852411_3682586362619311812_n

Devlet Dışı Alevilik -2-

Aleviliği,“İslamiyet’ten önce de var olan, ama İslamiyet’le tanışınca da İslamiyet’in bazı değerlerini alan ve kendisine yeni bir kimlik kazandıran bir inanç biçimi” olarak tanımlamak en doğrusudur.

Aleviliği tanımlamak

Alevilik inancının önceden hangi isimle anıldığını tam bilmiyoruz; ama genel karakterini ortaya koyabiliyoruz. İslamiyet öncesi genel karakterinin ağırlıklı olarak Zerdüştlüğün bir kolu olduğu söylenebileceği gibi, Zerdüştlükten etkilenen eski bir inanç olduğu da söylenebilir. Her ikisi de doğrudur. Ya biri ya da diğer öndedir. Özellikle Aleviliğin esasını ve geçmişini taşıyan Kürtler için bu söylenebilir. İslamiyet öncesi böyle bir inanç sistemi ve buna bağlı topluluklar vardır. Bu topluluklar İslamiyet’le tanışınca Hz. Ali kültünü alıyor, Hz. Hüseyin’i alıyor, Ehlibeyt diyor ve bir değişime uğruyor. Türkler bu coğrafyaya gelip Alevilikle tanıştığında esas olarak Aleviliği benimsemiş olsalar da mutlaka önceki inançlarından da bir şeyler katmışlardır. Bu da Türk Aleviliğinin biraz farklı şekillenmesini sağlamış olabilir. Kültürlerin ve inançların diyalektiği çerçevesinde bu tür bir değerlendirme yapmak yanlış olmaz.

Alevilik İslamiyet’le birlikte bir değişime uğruyor, ama İslamiyet’in her şeyini almıyor. Bugün “İslam’ın şartı”, “İmanın şartı” denilen şeylerin bir kısmını alıyor, bir kısmını almıyor. Hatta çoğunluğunu almıyor. İslamiyet’in ilkelerini belirleyen, Kuran’dır. Bütün dinlerin bir kitabı vardır; Tevrat, Zebur ve İncil var. Bir kitapla anılmak tek tanrılı dinlerle birlikte bir gelenek haline gelmiştir. İslamiyet’inki de Kuran’dır. Ama Aleviler daha baştan Kuran’ın tümüne inanmıyorlar. “Osman yazmış” diyorlar. Osman Aleviler içinde sevilmeyen biridir, Hz. Ali’nin rakibidir. Onun yazdığı, derlediği, topladığı şeye inanmamaları anlaşılır bir durumdur. Kuran’a kuşkulu yaklaşıyorlar. Şialar Kuran’ı kabul ediyor ama Aleviler böyle yaklaşıyorlar. Aleviler Kuran’ı çok esas almazlar. Örneğin evlerinde fazla bulundurmazlar. Şehirleşmeyle birlikte bir kısım ailelerin evinde Kuran bulundurma gibi bir yaklaşım ortaya çıkmıştır ama bu daha çok hakim İslam toplumu içinde bir korunma kalkanı gibidir. Alevilerin Kuran’a yaklaşımıyla İslami mezheplerin Kuran’a yaklaşımı arasında çok fark vardır.

Bu yönüyle Aleviliği,“İslamiyet’ten önce de var olan, ama İslamiyet’le tanışınca da İslamiyet’in bazı değerlerini alan ve kendisine yeni bir kimlik kazandıran bir inanç biçimi”olarak tanımlamak en doğrusudur. İslam’la bağının ne kadar olduğu konusu önemlidir. İslam’ın bir mezhebi olmuyor. İslam’ın mezhepleri olarak bilinen Sünni mezheplerden (Hanefi, Şafi, Hanbeli, Maliki) farklıdır. Şia’dan da çok farklıdır. Ama İslamiyet’ten hiçbir şey almamış da diyemeyiz. Her şeyden önce inançlar, kültürler birbirlerinden etkilenirler. Karşılaştıklarında bir tutum ve tavır alırlar. Yahudiler İslamiyet’e karşı açık tavır almıştır. Tabii bir kökü var, gücü var. Yahudiler ya dönüp İslam olmuşlar ya da tavır almışlar. Hıristiyanlar zaten tavır almış. Dönen dönmüş, dönmeyen tavır almış. Alevilikte ise tavır alma Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi olmamış. Eski durumunu tümden koruma gibi bir durum yaşanmamış. Bu iki nedenden dolayı olmamış. Birincisi; İslamiyet yanı başında çıkmış ve daha tekâmül bir din. Bir kısım Hıristiyanlar da bu yeni dinin tekamüllüğü ve heyecanı karşısında din değiştiriyorlar. Çünkü İslamiyet’in çıktığı dönemde Hıristiyanlık artık devlet dini haline gelmiş. Dolayısıyla İslamiyet kendinden önceki tek tanrılı dinlerin mensuplarını da etkiliyor. Yani daha önce Aleviliği etkileyen dinleri de Aleviliğe temel olan inançları da etkiliyor. Benzer bir biçimde Aleviler de etkileniyor ve bazı değerler alıyorlar.

Öte yandan dinler ve inançlar tarihinde şöyle bir gerçeklik söz konusudur; bir inanç bir yerde hâkim olduğunda orada diğer inançların kendilerini eskisi gibi yaşatmaları kolay değildir. İnançlar güçlenip yayıldığında diğer inançlar üzerinde en azından bir toplumsal baskı oluştururlar. Bu durumlarda eski inançlar yeni dinden bir kısım değerler alarak varlığını korumaya çalışır. Karşı çıkacak gücü varsa karşı çıkar. Hıristiyanlık, Yahudilik gibi tarihsel temelleri ve gücü olanlar tamamen karşı çıkarak kendi özgünlüklerini koruyorlar. Bu gücü kendinde göremeyen inançlar ise tümden kendisinden vazgeçmiyor, ama tümüyle de bir reddediş, açık bir karşı koyuş içine de girmiyorlar. Alevilik de İslamiyet’ten iki biçimde bir şeyler alıyor. Bazı değerleri olumlu olduğu için; “hak, adalet, eşitlik” dediği için alırken, kendini korumak için de İslamiyet’in bazı değerlerini biçimsel olarak kabul ediyor. Bir kısmını gerçekten inanarak alıyor ya da esas olarak kendinde var olan değerleri İslami literatürle yeni bir biçimde ifade ederek koruyor, bir kısım değerlerini de karşısındaki güçten kendisini korumak için biçimsel olarak alıyor. Alevilik İslam’la tanışmasından sonra böyle bir değişme uğruyor. Alevilik İslam’dan böyle bazı şeyler alırken, kendi özünü ve gerçekliğini korumak için de hâkim Sünni mezheplerle tarih içinde çelişkisi devam ediyor.

İslamiyet’le karşılaştıklarında Kürtlerin bir kesimi Sünni olurken, önemli bir kesimi de -Aleviler- bazı değerler almışlar, ama esas olarak kendi özlerini korumaya çalışmışlardır. Dağlık alanlarda, ya da kırların derinliklerinde, devletin otoritesinin ulaşmadığı yerlerde varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. İran’da Şialık ise farklı bir mezhep olarak ortaya çıkmıştır. Onlarda da Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin’i, yani Ehlibeyti esas alan bir yaklaşım vardır. Arap egemenliği, Sünni İslam temelinde gelişirken, Fars egemenleri İslam’ın farklı bir yorumu olan Şialığı benimseyerek, hatta kendini Şialığa sahiplenen temel güç haline getirerek tarihsel kökleri olan Pers İmparatorluğunu ve devamı olan iktidar yapılarını Sünnilik karşısında koruyan bir tutum içine girmişlerdir. Onların konumu Alevilerden tabii ki farklıdır. İslam’ı bir devlet inancı olarak ele alıp, konumlandırıyorlar. Aleviler ise devlet dışı toplum olarak bazı değerler alıyorlar. Farslar devlet dini olarak aldıkları için yükselen inanç olan İslam’ın bütün değerlerini hemen hemen alıyorlar. Zaten “İslam’a esas biz sahipleniyoruz” diyorlar. Bir devlet ve iktidar gücü oldukları için iktidar İslam’ının başka bir versiyonunu ortaya çıkarıyorlar. Alevilik ise bir iktidar inancı, bir iktidar ve devlet dini gibi ortaya çıkmıyor. İktidarlarını güçlendirmek için İslam’a yaklaşmıyorlar. Sadece kendi özlerine uygun bazı değerleri alıyorlar, bazı değerleri de varlıklarını korumak için biçimsel olarak kabul etmiş gözüküyorlar. Bu bakımdan daha çıkışta Şialarla farklılaşıyorlar.

Alevilik inancı da kendi içinde tek düze değildir

Kuşkusuz Alevilik inancı kendi içinde de çok tek düze değildir. İnancın kabul edildiği coğrafyaya göre, o coğrafyanın geçmişte farklı inançlarla ilişkisi, yakınlığı ve uzaklığına göre -temel doğrultu olarak aynı olsa da- kendi içinde farklı özellikler taşıyor. Örneğin Dersim’deki Alevilik inancıyla birbiriyle çok ilişkili de olsa Maraş, Malatya, Adıyaman, Sivas’taki Alevilik inancı daha farklıdır. Dersim’de gerçekten doğaya tapınma, doğaya, doğal duruma kutsallık atfetme çok fazladır. Alevilikte bunlar var ama Dersim’de çok fazladır.

Yine Yarsanlar var. El hak’çılar olarak da biliniyorlar. Bunlar gerçekten Alevi inancına çok yakınlar. Yani Şia değiller. Ancak Dersim, Yukarı Mezopotamya’daki Malatya, Maraş, Adıyaman’daki Alevilerden belirli farklılıkları da var. Çünkü coğrafyalar birbirlerine uzak. Zerdüştlükten daha fazla değer taşıyorlar. Aleviliğin Zerdüştlükten en çok etkilenen kesimi diyebiliriz. Zerdüştlüğün İslam’la tanışıp yeni bir biçim kazandığı bir inanç olarak değerlendirilmesine imkân verecek özellikler taşıyorlar.

Aleviliği Şamanizm’e dayandırmak Türk milliyetçiliğinin ideolojik yaklaşımıdır

Aleviliği Şamanizm’le de ilişkilendiren kimi yazarlar bulunmaktadır. Özellikle Alevilerin Türk olduğu tezini pekiştirmek için bu argümanı dillendirenler vardır. Şamanizm de bir doğal dindir. Ortadoğu coğrafyasının kıyısında kaldığı için daha uzun zaman varlığını sürdürmüştür. Ancak Ortadoğu’da Zerdüştlük, Zerdüştlük öncesi inançlar çok fazla olduğu gibi, tek tanrılı dinler de bu coğrafyadan çıkmıştır. Dolayısıyla İslam öncesi Anadolu, Yukarı Mezopotamya ve İran Alevileri esas olarak Zerdüştlükten ve Zerdüştlükten önce var olan, ama Zerdüştlükten etkilenen inançlardan daha fazla etkilenmişlerdir. Tarihsel toplumsal gerçeklik bu tezin doğruluk derecesini daha yüksek tutmaktadır. Türkler İran, Yukarı Mezopotamya ve Anadolu’ya geç geldiklerinden dolayı bu coğrafyalarda var olan Alevi inancı ya da İslam öncesi Alevi inancını alırken kendi eski dinleri Şamanizm’den de bir şeyler kattıkları söylenebilir. Ancak Aleviliği esas olarak Şamanizm’e dayandırmak Türk milliyetçiliğinin ideolojik bir yaklaşımıdır. Aleviliği de Türk egemen sınıflarının tek tipçi zihniyetlerinin başka bir versiyonu olarak tanımlamaya çalışmaktadırlar. Bu açıdan bu yaklaşıma karşı bir tutum almak doğrudur. Ancak Türklerin İslamiyet öncesi inançları olduğundan Alevi Türklerin Şamanizm’den etkilenmediğini söylemek de doğru olmaz.

“Alevilik İslam içi midir, İslam dışı mıdır?”

Aleviliğe tarihsel toplum çerçevesinde kültürlerin gelişme diyalektiği ve inançların birbirlerinden etkilendiği gerçeğinden bakıldığında “Alevilik İslam içi midir, İslam dışı mıdır?” tartışması yine bir kalıba sokma durumu ortaya çıkaracağından yanlıştır. Alevilik söz konusu olduğunda İslam içi midir, dışı mıdır demekten çok, İslam’dan ne kadar etkilenmiştir, ne kadar etkilenmemiştir değerlendirmesi yapmak daha doğrudur. İslam içi midir, dışı mıdır denildiğinde, İslam içiyse hemen İslam’la özdeşleştirme olmaktadır. O zaman Alevilik de İslam’ın mezhepleri gibi ele alınmakta ve bir kalıba sokulmaktadır. Bu da Aleviliğin gerçek özüyle ve biçimiyle tanımlanması yerine, ideolojik bir yargıyla bir kalıba sokma durumu ortaya çıkarmaktadır. İslam dışıdır demek, İslam’dan hiçbir şey almamıştır gibi bir yaklaşım ortaya çıkarmaktadır. Bu biçimde de Aleviliğin mevcut durumu tam tanımlanamaz ve ifade edilemez. Hz. Ali ve Hz. Hüseyin kültü vardır. Kendilerine göre Kelime-i Şahadet getirirler; Hak, Muhammet, Ali derler. Tabii Hz. Muhammed’i Sünniler gibi değerlendirmezler. Esas Hz. Ali’dir, Hz. Hüseyin’dir. Hz. Muhammed ise Hz. Ali’nin amcası ve Hz. Hüseyin’le Hz. Hasan’ın dedeleri olduğu için değer görür. Onlarla bağı kadar değerlidir. Yoksa şöyle İslamiyet’i kurmuştur, şöyle Kuran’ın ayetlerini getirmiştir, şöyle Medine’de savaşmıştır, şunu yapmıştır diyerek öne çıkarmazlar. Ama Hz. Muhammed’i de bir değer olarak alırlar. Hz. Hüseyin, Hz. Ali, Hz. Hasan, Fatma gerçeği ve Ehlibeyte bağlılık varken İslamiyet’ten hiçbir şey almamış demek de doğru bir tanımlama olmaz. Böyle bir tanımlama bu yönüyle de İslam’dan alınan bazı değerleri dışlama gibi bir durum ortaya çıkıyor. Bu da kendine göre bir Alevilik tanımı ortaya çıkarmak oluyor.

100-200 yıl önceki Aleviliği değerlendirdiğimizde İslam’ın bir mezhebi olmasa bile, İslam’dan etkilendiğini, bazı değerler aldığını, böyle bir gerçekliğin olduğunu görürüz. Bu açıdan biz İslam içi mi, dışı mı tartışmasının -bu ikilemin- bir saptırma olduğunu, cevap verme dayatmasının da bir kalıba sokma, kendisine göre bir Alevilik yargısı yaratma yaklaşımı olarak değerlendiriyoruz. Bu nedenle de sorunun doğru sorulması gerektiğini, ”İslam içi midir, dışı mıdır?” biçiminde değil de, “İslam’dan ne kadar almıştır, ya da almış mıdır?” bunun somut ortaya konulmasının doğru olduğunu düşünüyoruz. Somut durum neyse öyle değerlendirilir. Aleviliği inancı, ibadeti ve ritüelleriyle olduğu gibi ele almak gerekmektedir. Alevilik budur demek yeterlidir.

Alevilere zorla “Siz İslam’sınız” demek asimilasyon amaçlıdır

Bu açıdan olduğu gibi kabul edilmesi, dün nasıl ibadet ediyorsa bugün de ibadetini öyle sürdürmesinin savunulması doğru yaklaşımdır. Bu savunulduğunda, bu görüldüğünde şu görülür: Aleviler camiye gitmezler, namaz kılmazlar, Ramazan orucunu tutmazlar. Kâbe’ye, Hac’a gitmezler. Kurban bayramını kutlarlar. Ramazanda da bayram kutlarlar, ama bir kurban bayramı kadar çok fazla değer atfetmezler. Hac’a gitme gibi bir gelenekleri yoktur. Kuşkusuz kendi içinde dayanışmaları çok güçlüdür. Zaten toplumsallıkları vardır. İslamiyet gibi devletçi tabakayla alt tabaka ayırımı yoktur. Zekât verme gibi bir gelenek, bir kültür, bir inanç yoktur. İslam’ın şartı içinde sadece kendilerine göre bir Kelime-i şahadet getirme vardır. Onu da Sünniler gibi söylemezler. Ezan Sünniler için çok önemlidir, ama Aleviler saygıyla yaklaşırlar fakat önem atfetmezler. Görüldüğü gibi bir İslam mezhebi olması söz konusu değildir. İnancının, ibadetinin, ritüellerinin İslam’ın emrettiği ve Sünni İslam’a inananların uyguladıklarıyla benzerliği yoktur. Şialıkla da Hz. Ali, Hz. Hüseyin, Hz. Hasan, Zeynep sevgisi dışında bir benzerlik kurulamaz. Ancak buradan yola çıkarak “İslamiyet’ten hiçbir şey almamıştır” demek de doğru değildir. Bu açıdan olduğu gibi kabul edilmesi, kimsenin yeni bir Alevi tanımlaması ortaya koymaması lazım. Yüz-iki yüz yıl önceki gerçeği neyse Alevilik odur. Bunun da ibadetleri bellidir, ilkeleri bellidir, ölçüleri bellidir. Zaten Aleviliğin yüz-iki yüz yıl önceki duruşu belli olduğu için İslam’ın diğer mezhepleri ve inanç önderleri Alevileri Müslüman olarak görmemiştir. Dinsiz, imansız görmüşlerdir. “Kefere” yani kafir olarak değerlendirmişlerdir. Çünkü kendilerinin belirttiği ilkelere, kalıplara Aleviler uymuyor. İslam’ın bir mezhebi değil. Yani İslam’ın farklı bir mezhebi olarak görmüyorlar. Aslında o zamanki değerlendirmeleri doğrudur. Tabi bu değerlendirmeler Alevilere yanlış yaklaşımı haklı göstermez. Bizim karşı çıkmamız gereken bu değerlendirmeler değil, bunlar üzerinden Alevilere gösterilen yaklaşım olmalıdır.

Şimdi hâkim Sünni mezhebinden kimileri Alevilere zorla “Siz İslam’sınız” diyor. Sanki bir şey bağışlıyorlar. Sanki Alevileri yüce bir mertebeye ulaştırıyorlar. Açıkçası asimile etmek için bu yola başvuruyorlar. Eskiden bu şiddetle yapılıyordu, şimdi bu yolla yapmak istiyorlar. Çünkü artık eskisi gibi şiddet kullanma imkânları kalmamıştır. Böyle olunca asimilasyonda ve dönme haline getirmede yöntem değişikliği gündeme gelmiştir. Bu tabii yanlış bir yaklaşımdır. Önceki Alevi düşmanlığı da yanlıştı, onları mahkûm etmek, hatta tarih içinde bu tutumlara girenleri yargılamak gerekmektedir. Ama şimdi “Gelin, sizi kucaklıyoruz, İslam’sınız, İslam’ın mezhebisiniz” demek de doğru değildir. Bunu demek şimdi de Alevileri tarihten silmeyi bir psikolojik savaşla, inanç baskısıyla, devlet imkanlarıyla dayatmaktır. Dolayısıyla geçmiştekinden hiçbir farkı yoktur.

Êzidiler İslamiyet’e Alevilerden daha uzak durmuşlardır.

Êzidilerin durumunun değerlendirilmesi de inançların yeni değerler almasına ve kendisini bunu yeni değerlerle yeni bir biçime kavuşturmasına örnektir. Êzidiler tam Zerdüşti değildir. Zerdüştlüğe yakındır, ama tam Zerdüşt olmadıkları açıktır. Neden? İslamiyet’le tanıştıktan sonra, Ortadoğu’da İslamiyet hâkim olduktan sonra belirli bir değişime uğramışlardır. İslamiyet’e Alevilerden daha uzak durmuşlardır. İslamiyet’ten Aleviler gibi bazı değerleri almamışlardır. Örneğin Ehlibeyt gibi bir kült alınmamıştır. Ama Şeyh Hadi zamanında İslam’ın baskısından, hatta katliamlarından kurtulmak için kendilerini kısmen değiştirmişlerdir. Belki Alevilerin yaptığı gibi bazı değerleri olumlu görmüşler, kabul etmişlerdir, ama esas olarak baskı ve katliamlardan kurtulmak için kendilerini sınırlı bir değişime uğratmışlardır. İlginçtir, Aleviler Ömer, Osman, Ebubekir ismini kullanmazlar. Çocuklarına bu isimleri vermezler. Özellikle Ömer ve Osman’ı sevmezler. Hatta Mehmet, Muhammet isimlerini de fazla kullanmazlar. Ama Êzidiler çocuklarına Osman ismini de, Ömer ismini de verirler. Kendilerini korumak için bu tür takiyyeler yaptıkları söylenebilir. Fakat bu sadece Êzidiler ya da Aleviler için geçerli değildir; bütün dünyada hakim inançların olduğu yerlerde benzer yöntemlerle hakim inanç karşısında kendisini korumak isteyen farklı inançlar, mezhepler, tarikatlar ya da örnekler fazlasıyla vardır. Avrupa’da da vardır, Uzak Doğuda da vardır. Hakim inançlar ortaya çıktığı zaman bazı inançlar kendilerini kısmi değişikliklere uğratıyorlar ya da biçimsel olarak bazı şeyler alıyorlar.

Bu tür yöntemleri kullanarak kendini koruma yaklaşımına en çarpıcı örneklerden biri de Sabetayistlerdir. Yahudiler İslam toplumları içinde yaşamlarını sürdürmek için Müslüman oluyorlar, Hıristiyan toplumları içinde Hıristiyan oluyorlar ama kendi inançlarını da sürdürüyorlar. Yani inançların diyalektiğinde, farklı inançların özelliğinde bu tür şeyleri görmek mümkündür.

Alevilerin de iki biçimde İslamiyet’ten bazı değerler aldıkları kesindir. Ancak buna dayanarak bugün Alevilere dayatılan Sünnileştirme politikası bir inanç soykırımıdır, bir kültürel soykırımdır. Bu çerçeveden bakıldığında devletin Alevileri Sünnileştirme ya da Alevilerin ibadet yerinin cami olduğunu dayatma, yine Alevilerin deyişleri, değerleri, dedelerinin tarih içinde ortaya koyduğu ölçüler yerine Kuran ayetlerini dayatma gibi yaklaşımların kesinlikle reddedilmesi gerekir. Son zamanlarda görüldüğü gibi Türk devletinin Aleviliği asimile etmek istediği, Sünnileştirmek istediği açıktır. Bazıları da Şialaştırmak istemektedir. Bunlara karşı kesinlikle tavır konulması gerekir. Alevilerin devletin içinde Diyanet İşleri Başkanlığı içinde yer almasını kabul etmemek ve kesinlikle izin vermemek gerekir. “Diyanet İşleri Başkanlığı içinde bir Alevi kürsüsü olsun, Alevilere de bir yer verilsin” yaklaşımları yanlıştır ve bir tuzaktır. Bu, mevcut devletin asimilasyon, Alevileri Sünnileştirme ve dönme haline getirme politikasının ilk adımıdır. İyi niyetli bir yaklaşım değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı içinde böyle bir kürsünün varlığı şimdi kabul edilmiyor, ama ilerde sanki büyük bir lütuf gibi kabul edeceklerdir. Şimdi kabul etmemelerinin nedeni diyanetin içine nasıl koyalım, nasıl yerleştirelim konusunda netleşmemeleridir. Yoksa Alevileri diyanetin içine alma gibi bir politikaları vardır.

Aleviler özgün inanç örgütlenmelerini geliştirmelidirler.

Tabii ki Aleviler devletle ilişkili olmayacak biçimde kendi inanç örgütlenmelerini geliştirebilirler. Kendi inanç kurumlarını örgütleyebilirler. Ama bunun Alevi inancının doğasına ve karakterine uygun olması gerekir. Alevi inancının bir gereği olarak geçmişte her Alevi bir dedeye bağlıdır, bir ocağa bağlıdır. Yani bir merkezden yönlendirilmez. Bu yönüyle ortak bir örgütlenme içine gidilebilir. Ama bunu katı bir merkezileştirmeye kavuşturmak Aleviliğin tarihi karakterine uygun değildir. Aleviliğin tarihinde böyle bir merkezileşme yoktur. Belli değerlere inanabilirler, bazı ocaklar ve onların pirleri Alevilerin geneli için bir değer ifade edebilir; ama her bölgedeki Alevi toplumu bağlı olduğu ocak ve pir-dede etrafında inançlarını yürütebilirler. Doğrusu budur. Bu bakımdan bir merkezden imam -inanç önderi- göndermek, bir merkezden talimat göndermek, hutbe göndermek gibi şeyler kabul edilemez. Bu kadar merkeziyetçilik doğru değildir. Doğrultuları, ölçüleri, değerleri ortak olabilir, birbirlerine yakın olurlar, dayanışma içinde olurlar ama her ocağın ve her dede etrafında oluşan topluluğun kendi içinde bir özgünlüğü ve özerkliği olmalıdır. Toplumlar, inanan insanlar kendi inanç önderlerini çıkarmalı, kendi inanç ve ibadetlerini özüne uygun olarak sürdürmelidirler. Bu yönüyle merkezileştirip, bu merkezileşme üzerinden birilerinin bunu bir otoriteye döndürmesine, bir iktidar aracı haline getirmesine mahal verilmemelidir.

“Müsayip Örgütler”

Alevi örgütlenmeleri tabii ki ortak kurumlara kavuşturulabilir. Ancak bu merkezi bir yaklaşımla olmaz. Tüm ocaklar, bir dede etrafında toplanan topluluklar, bir Pir’e bağlı olanlar olur. Bunlar yüzlerce olabilir. Bunlar kendi özgünlüklerini ve özerkliklerini koruyarak ortak platformlar oluşturabilirler. Bu ortak platformlar içinde birliği ve dayanışmayı sağlayan kurumlar oluşturulabilir. İnanç önderlerinden oluşturulabilecek bu kurumlar bir yönüyle Alevi toplulukları arasında koordineyi sağlayabilirler. Çeşitli toplantılarla ortak doğrultuyu ve ortak talepleri ortaya koyabilirler. Sorunları tartışıp karara bağlayarak çözebilirler. Böyle bir ortaklaşma ve demokratik kurumlaşma gerçekleştirilebilir. Ama belirttiğimiz gibi merkezi değil, tabandan gelen birimlerin özgünlüğünün ve özerkliğinin korunduğu konfederatif bir örgütlenme ve ilişki içinde bu ihtiyaçlarını karşılamaları hem Aleviliğin özüne uygun olacaktır hem de demokratik bir nitelik taşıyacaktır.

Belirli ortak ilkeler ve talepler vardır. Cem evlerinin ibadet yeri olarak kabul edilmesi, diyanete karşı çıkılması, okullarda mecburi din derslerinin olmaması, Alevilerin inançlarını olduğu gibi örgütlemeleri, inanç sistemlerini oluşturmaları konusunda ortak bir yaklaşım vardır. Kuşkusuz zalimlere karşı çıkmak, haksızlığa uğrayanların yanında olmak da temel ilkeleridir. Vergi konusunda Alevilerden diyanet işleriyle ilgili vergi alınamaz. Alevilerden çeşitli biçimlerde alınan vergilerden belirli bir bütçenin Alevi örgütlenmeleri arasında hiçbir ayırım gözetmeden, kayıt koşul öne sürmeden eşit bir biçimde dağıtılması da ortak bir talep olabilir. Zaten birçok konuda ortak öneriler söz konusudur. Cem evlerini de sadece periyodik olarak cem yapılan yerler olarak ele almak doğru değildir. Böyle bir dayatma da kabul edilemez. Cem evlerinin nasıl değerlendirileceğine Alevilerin karar vermesi gerekir. Yılda ancak beş- altı cem yapılabilir. Cem evlerinin işlevi bu biçimde sınırlandırılamaz. Alevi toplumunun kendi inançlarını, kültürlerini öğrendikleri, aralarındaki sosyal ilişkileri geliştirdikleri kültürel ve sosyal düzeyde bir inanç ve inanç kültürü kurumu olarak ele alınması gerekir. Bazı Cem evlerinde neredeyse her hafta, her ay cem yapılması gibi yaklaşımlar da görülmektedir. Alevilerin tarihsel inancına ve cem kültürüne uygun düşmeyen bu yaklaşım bir yönüyle İslam’da bulunan beş vakit namaz kılma ya da her Cuma camilerde namaz kılıp, hutbe dinlemenin Aleviliğe uydurulması gibi bir yanlışlığı içermektedir.

Örgütlenme konusunda Aleviler özgün örgütlenmelerini geliştirmelidirler. Bu tek bir yaklaşımla olmayabilir, farklı örgütlenmeler geliştirebilirler. Bunlar daha sonra konfederasyon haline gelebilir. Bu açıdan Alevi örgütlenmelerini tek tipçi bir karaktere sokmamak gerekiyor. Farklı dernekler altında örgütlenebilirler ve her dernek kendi özgünlüğünü koruyabilir.

Alevi örgütlerine yaklaşım konusunda ise Cem vakfı, Dünya Ehlibeyt Vakfı gibi devletle bütünleşen, devletin yedeğine düşen örgütler ve kurumlar dışında diğer tüm örgütlerle ilişki içinde olunabilir. Buna “Müsayip Örgütler” tanımı yapılıyor bu son derece yerinde bir tanımlamadır. Kardeş örgütler biçiminde kendilerini örgütleyebilirler. Bu açıdan farklı örgütlerin varlığı Aleviler açısından bir zaaf olarak görülmemelidir. Ama bu örgütlenmeler kesinlikle ekonomik ve siyasi çıkar yerlerine dönüştürülmemelidir; özenle bundan uzak durulmalıdır. Tam demokratik işleyiş içinde olması, demokratik işleyişin hakim kılınması esas ölçü olarak alınmalıdır. Alevilerin inanç ve taleplerini kabul etme ve karşılama konusunda kim samimiyse Aleviler ve Alevi örgütlenmeleri onları desteklemelidir. Alevilerin taleplerine destek veren güçler desteklenebilir, siyasi partiler desteklenebilir, ama onların yedeğine düşülmemesi, özgünlüğün korunması gerekir. Siyasal olarak özgürlükçü ve demokratik sol bir yaklaşım içinde olunmalıdır. Alevilerin demokratik ve toplumsal karakteri vardır, özgürlükçü karakteri vardır. Buna da sol sosyalist, özgürlükçü, demokratik güçler uygun düşmektedir.

Devlet dışı kültürü ve geleneği Aleviliğin en büyük değeri ve güzelliğidir

Alevilerin mevcut durumda kendi konumlarını iyi tanımaları gerekir. Aleviler tarih içinde devlet dışı kalmışlar, devlet dışı toplum olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu durum geçmişte kendilerine acı ve katliamlar getirmiş olsa da aslında güzel ve değerli olmalarının nedeni devlet dışı toplum olmaları; devlet karşıtı olmalarıdır. Bu nedenle şimdi devlet karşıtı olmaları büyük bir değer kazanmıştır. Demokrasi çağında, insanların demokrasiyi yücelttiği çağda,Demokrasi;devlet dışı toplumun kendi örgütlenmesi, kendi yaşam biçimini sürdürmesi ve kendi kendini yönetmesi olarak tanımlanıyorsa o zaman hiçbir biçimde devlete bulaşmamak gerekir. Alevilerin tarihsel karakteri ve değerleri gereği tam demokrasiyi savunmaları gerekir. Devlet dışı toplum olmayı sürdürmesi; devletten uzak duran, devlet dışı örgütlenmelere ağırlık veren bir yaklaşım içinde olmaları gerekir. Siyasal karakterinin, düşünsel karakterinin böyle olması gerekir. Bugün Alevilerin devlet dışı toplum olması onların en büyük değeridir, onların en güzel özelliğidir. Bunun korunması gerekir. Bu özelliklerini bıraksalardı Alevilik kalmazdı. Şialık olurdu ya da bir devlet dini olurdu. Toplumcu karakterinden, demokratik karakterinden çıkardı. Bugün güzel dediğimiz, Aleviliği karakterize eden özellikleri kalmazdı. Bu açıdan Aleviliği devlete bulaştıran her şeyin kötü olarak görülmesi gerekir, ihanet olarak görülmesi gerekir. Gerçek Aleviler, Alevi önderleri, Alevi örgütleri Aleviliği devletten uzaklaştıran önderlerdir, örgütlerdir. Aleviliği devlete bulaştıranlar ise Aleviliğe ihanet edenlerdir. Aleviliğe ihanet edenler ve bozanlar geçmişte Hıristiyanlık nasıl devlet dini olmuş, İslamiyet nasıl devlet dini olmuş, giderek bozulmuşsa, Aleviliği de o hale getirmek isteyenlerdir. Tabii ki Aleviler buna açıkça karşı çıkmalıdırlar. Alevilerin temel ilkesi devlet dışı kalarak demokratik ve toplumcu karakterlerini korumak olmalıdır.
MUSTAFA KARASU

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*


Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.