Alevi erkânında ‘dede’lik yapmanın -yol diliyle ifade edersek- ‘cem-cemaat’ görmenin ya da ‘görgü sorgu’ yürütmenin- iki şartı vardır:
-Ocak soylu olmak ya da bir ocaktan el almış olmak.
-Dört kapının sırlarına vakıf olmak.
Alevi yolunda büyük bozulma 1930’lu yıllarda başladı, Bozulma 1950’li yıllarda köyden kente göç süreciyle birlikte hızlandı. Altmış yetmiş yıl gibi kısa bir sürede, o muhteşem uygarlık, o kadim erkân adeta yok oldu, göçtü gitti.
Alevi yolundaki bu büyük çöküşün en büyük nedeni ‘dede’ olma vasfı taşımayan ocak soylularının erkân kurallarını çiğneyerek ‘dedelik’ yapmalarıydı. Onlar geldikleri ocakların saygınlığının ve inanırlığının üzerine basarak etrafa cehalet saçtılar.
Dört kapı disiplini’nden mahrum dedelik kisvesine bürünmüş, ocak soylular okul görmemiş, bilgisayarla tanışmamış köylü Aleviler üzerinde oldukça inandırıcıydılar. Ancak zaman içinde köylülükten kurtulan Aleviler için onların söylemleri anlamlarını yitirdi… Şehir hayatı ve Alevi toplumunun eğitim seviyesinin yükselmesiyle birlikte bu sözde dedeler devirlerini tamamlamış oldular.
Şehir hayatı ve yükselen Alevi bilinci ile bu sözde dedelerin miadını doldu ama Alevilik büyük yaralar almasına rağmen tam olarak ortadan kaldırılamamıştı. Kalan işi tamamlamak için yeni aktörlere ihtiyaç duyuldu.
Ben size yarım kalmış bir cinayetin yeni faillerini takdim edeyim; Bunlar Alevi ‘yarım aydınlar’ıdır.
Yarım Aydın Gözüyle Alevi Ocakları:
Alevi ocakları Alevi toplum yaşamının bütün alanlarına müdahale eden, taliplerinin sosyal yaşamlarını biçimlendiren bir ruhani gücün otoritesi etrafında kenetlenmiş sosyal örgütlenmelerdir.
Alevi ocak sistemi aynı zamanda bünyesinde kadim sırlar saklayan ve bu sırları, kendi kurumsal yapısı içinde yetiştirdiği ‘İnsan-ı Kâmil’ler aracılığı ile sonraki kuşaklara aktaran bir gizem okuludur.
Alevi ocaklarının tarihi, toplumsal işlevleri ve kurumsal işleyişleri doğru bir perspektifle ortaya konduğunda Alevilikle ilgili pek çok kör nokta aydınlanacakken. Sözde dedelerin hurafelerini devir almış Alevi yarım aydınları tarihin en büyük yalanını büyük bir pişkinlikle tekrarlıyorlar
Hamza Aksüt Ocak 2009 da yayınlanan Alevi ocaklarını konu alan kitabında şunları yazıyor;
“Aleviliğin temel kurumu olan dede ocaklarının ve onlara bağlı toplulukların tarih içinde izini sürdüğümüzde varılan coğrafya Mezopotamya’dır. Bu durum gayet doğaldır. Müslümanlık her ne kadar Mekke ve Medine’de ortaya çıkmışsa da Müslüman topluluklar çok kısa bir süre sonra bu coğrafyayı terk ederek Irak ve Suriye’ye taşınmıştır. Suriye Emeviler’in, Irak ise İmam Ali’ye bağlı olanların coğrafyası haline gelmiştir” (s.413)
“Dede ocakları için verilen sonuçlardan biri de ezici çoğunluğun Musa Kazım’cı olmasıdır” (s. 414)
“Ocakların çoğunluğunun bu durumda olması için şu yorum yapılabilir. Altıncı İmam Cafer-i Sadık’tan sonra imamlık konusunda iki gurup ortaya çıkmıştı. Bunlardan birincisi İmam Cafer’in büyük oğlu İsmail’i İmam olarak tanıyanlar ki bunlara İsmaili’ler dendi. İkinci gurup ise Musa Kazım-ı imam olarak tanıdı ve daha sonra İmamların on ikincisi Muhammed’i Mehdi kabul etti. İşte dede ocaklarındaki Musa Kazımlılığı bu bağlamda ele almak gerekir.” (s.415)
“Topluluklar etnisitesine göre seyit guruplarının talibi olmuştur. Türk talipler Hacı Bektaş, Dede Garkın, Ağuçan ve Sultan Sahak. Kürt Talipler Baba Mansur Ağuçan, Derviş Cemal ve Sultan Sahak ocaklarının talibidir.” (s.416)
Yakın geçmişte kendisine ‘dede’ süsü vermiş cahil takımı da aynen bunları söylüyorlardı… Onlar uzun metinler yazacak kadar okuma yazma bilmediklerinden bunları kâğıda dökememişlerdi.
Hamza Aksüt bu hurafeleri olduğu gibi yazıya geçirmiş. Elinde kanıt olarak cahil takımından devraldığı biçare söylemlerden başka hiçbir veri yok.
Onun aktarımlarından şu sonuç çıkıyor:
-Anadolu’da bulunan Alevi ocaklarının tamamı seyit gurupları, yani Arap soylular tarafından kurulmuşlardır. Bu ocakların kurucuları da ezici çoğunluğu Musai Kazım’ın (745-799) torunlarıdır.
Yani; Pir Sultan Abdal, Battal Gazi, Baba İlyas, Yunus Emre, Kızıldeli Sultan, Hacı Bektaş-i Veli, Abdal Musa, Güvenç Abdal, Kaygusuz Abdal, Baba Tekeli, Nur Halife, Hubyar Sultan, Cemal Abdal, Kalender Çelebi ve diğer Alevi mürşitler imamların soyundan gelen Arap asilzadeleriydiler.
Anadolu’da ve Balkanlar’da iki yüz elliden fazla Alevi ocağı var. Bu ocak soylularının nüfusu elde net bir veri olmamasına rağmen milyonları buluyor olmalıdır. Bu sayı Musai Kazım’ın Irak Suriye İran ve Arabistan’daki akrabalarının toplam sayısından çok ama çok fazladır.
Akla gelen sorular şunlar;
-Araplar Anadolu’da bu kadar çok sayıda akrabalarının bulunduğunun ve bu akrabalarının yüzyıllar boyunca Anadolu’ya ışık saçtıklarının neden farkında bile değiller.
-Musai Kazım’ın elli dört yıl sürmüş yaşamı boyunca Anadolu’ya hiç uğramadığı biliniyor. O halde onun Anadolu’daki bu geniş akraba topluluğu nasıl ortaya çıktı. (Hamza Aksüt’ün bu konuda bir açıklaması yok.)
Benim aklıma iki ihtimal geliyor.
Birinci ihtimal;
Onuncu yüzyıldan başlayarak Anadolu’ya büyük bir Arap göçü yaşandı. (Herhalde tarih yazıcılarının dalgınlığına geldi, bu büyük göçü yazmayı unuttular) Göç edenlerin büyük çoğunluğu Musai Kâzım’ın torunlarıydılar. Bunlar Anadolu’ya yerleştikten sonra kendi dilleri Arapça’yı bir kenara bırakarak Bağlama çalıp, Türkçe nefesler söyleyip, Kürtçe sohbetler etmeye başladılar. Orta ya Alevilik çıktı.
İkinci ihtimal;
Onuncu ve on birinci yüzyıllarda Asya üzerinden Anadolu’ya doğru yola çıkan Türklerin arasından çok sayıda Türk kadını göç yolları üzerinde Musai Kâzımın akrabaları ile kısa süreli evlilikler yaptılar. Kucaklarında (ya da karınlarında) bu evlilikten olan çocuklarla Anadolu’ya geldiler. Anadolu’da Aleviliğin temellerini atan işte bu çocuklardır.
İçini açıpta baktığımız zaman komik gelen bu zırvalar ‘ak kağıt’ üzerinden ‘yarım aydınlar’ eli ile yeniden pazarlanılmaya çalışılıyor. Kâğıtlar ve zihinler kirletiliyor.
Esas olan gözlerden kaçırılıyor
Alevi Ocaklarının Kökleri:
Anadolu’da Alevi Ocaklarının tarihi Hitit-Luvi çağında ‘Kadın Ana’ya (Ma) adanmış dergâh devletlerle başladı.
Bu dergâh devletlerde kutsal ayinlerin yapıldığı yere “Kadın Ana’nın evi” denilirdi (Ma beth)
Luvi dilinde,
Ma: Kadın ana,
Beth, Ev demektir.
Bu sözcük (Mabeth) zaman içinde ‘mabet’e dönüşmüştür.
Eski çağda ’Ma beth’lerde yaşayan ve tüm yaşamlarını ‘mabeth’lere adamış ruhanilerin, ‘mabeth’le olan aidiyet bağını vurgulayan bir isimle adlandırılmış olmaları yadsınamaz bir ihtimaldir…
Alevi ocaklarının köklerini Arap çöllerine taşımakta mahir olan yarım aydınların sırtlarını dayadıkları, ‘Ehli beyt’ sözcüğünün ‘ev ehli’ya da ‘ev halkından olan’ anlamına geldiği herkesçe bilinir. Ancak o çok tekrarlandığı için herkesçe doğru olarak kabul edilen çok yaygın ve çok yanlış bilginin aksine bu tanımlama içindeki ’ev’ Hz. Ali’nin evi değildir. Burada bir gizli anlam vardır. Burada kast edilen ev ‘Kadın Ana’nın evi’dir. Yani ‘Mabeth’tir.
Bu bir sırdır, ’Alevi ince yolu’ içinde taşıyabilecek olana aktarılan ‘sırr-ı hakikatler’den yalnızca bir tanesidir.
Bana öyle geliyor ki; Alevi terminolojisi içinde bundan böyle; ‘Ehli beyt’ sözcüğü yerine ‘Ehli Mabeth’ yada kısaca ‘Ehli Beth‘ sözcüğünü kullanmanın zamanı gelmiştir. Şu yarım aydınların elinden sevdikleri oyuncaklardan birini daha alma vaktidir.
Alevi yarım aydınları Alevi ocaklarının köklerini Arap çöllerine taşımak için birbirleri ile yarış ededursunlar, Roma İmparatorluğunun Senato kararları onları yalanlıyor. Arkeolojik bulgular; Roma İmparatorluğu Senatosunca bu ocaklara ‘kutsallık ve dokunulmazlık’ statüsü verildiğini ortaya çıkardı. (Kanıt Tokat müzesi bahçesinde sergilenen mermer kiriş üzerindeki yazı)
Alevi yarım aydınlarını yalanlayanlardan biri de Strabon; Eski çağın ünlü gezgini ve coğrafyacısı Strabon Hacı Bektaşi Veli Ocağının iki bin yıl öncesinden kaydını tutmuş. Strabon bu kadim dergâhın birinci yüzyılda üç bin yatılı dervişi olduğunu ve yılda yüz talanton’luk gelir sağlayan geniş arazileri bulunduğunu zikrediyor. (Strabon,Geogra phika XII.2)
Charles Texier benzer bir tespitle Battal Gazi ocağının geçmişinin eski çağa dayandığını güvenilir verilerle açıklıyor. (Charles Texier- Asia Minor)
A.W.Hasluck’ta ‘Bektaşilik Tetkikleri’ adlı çalışmasında aynı görüşleri dile getiriyor.
İslam coğrafyası içinde yaşamak zorunda kalan Alevi ocakları savunma güdüsü ile gerçek bilgiyi sır ederek, düşmanlarını bir nebze olsun savuşturdular.
Alevi ocakları, çaresizlikten geliştirdikleri bu korunma kalkanının içine Musai Kazım’ı da katarak ve bu söylemlerini uydurma soy ağaçları ile süsleyerek dışarıya karşı daha inandırıcı olmaya çalıştılar. Ancak bunların hiçbirisi gerçek değildi.
Gerçek değildi çünkü; Musai Kazım’ın ne kendisi, ne öncelleri ne de ardılları bırakın Aleviliğin kurucu mürşitleri olmayı Aleviliğin ‘A’sından bile haberdar değillerdi.
İşte Alevilik denince ilk akla gelenler:
Ayin-i Cem
On iki hizmetli
Kırklar meclisi
Varlığın birliği
Semah
Nefes,bağlama
Dört kapı kırk makam
Alevi ocak sistemi ve dedelik kurumu
Dem alma
Musahiplik
Düşkünlük
Hz.Ali’nin tüm yaşamı boyunca verdiği hutbeleri, emirleri, mektupları, hikmet ve vecizeleri (Nec’ül Belaga) ve kendi yazdığı divanı ortada, Hz. Ali’nin eserlerinde yukarıda zikredilenlerden hangisinin iğne ucu kadar izi var?
Hz. Ali’nin yazdıklarında ve söylediklerinde Aleviliğin izi bile yok da diğer on bir İmamın eserlerinde var mı?
Onlarda da yok tabii.
On iki imamların dudaklarından, Alevilikle ilgili olabilecek en küçük bir söz bile dökülmemişse, yazdıklarında da zerre kadar Alevilik yoksa ve İslamiyet’in bu ünlü şahsiyetleri yaşamlarını da birer Alevi gibi sürdürmemişlerse, onları nasıl Alevi yolunun kurucu mürşitleri olarak kabul edeceğiz. Bu kabulümüzü hangi akademik ve bilimsel verilere dayandıracağız.
Hal böyleyken cahil takımından devir alınmış, mantık ve izan süzgecinden geçirilmemiş, paralel kanıtları bulunmayan hurafelere nasıl itibar edeceğiz.
Aydın olmanın ilk şartı şüphe etmek değil midir?
Esas Üzerinden Tartışma Daveti;
Alevi ocaklarının on iki imamlara bağlanabilmesi için öncelikle Aleviliğin İslam’ın içinde olduğunun kanıtlanması kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Eskinin yalanlarına terzilik edenler Meydana çıksınlar. Aleviliğin İslam’ın içine nasıl sığdığını İslam’ın da Aleviliği kendi bünyesine nasıl kabul ettiğini Alevi kamuoyu önünde tartışalım.
Alevilik İslam’ın içindeyse zaten benim yazdıklarımın tamamın yalan-yanlış şeyler olduğu, üzerinde konuşulmaya bile değer olmadıkları ortaya çıkacaktır. Bu durumda, yalan yanlış şeyleri tartışarak, kendimizi ve kamuoyunu meşgul etmeden kısa yoldan aydınlanmış ve doğrulara kavuşmuş oluruz. Benim yazdıklarımın detaylarını tartışmaya gerek bile kalmaz.
Eğer Alevilik, benim iddia ettiğim gibi bir başka bünyenin içine sığdırılamayacak kadar ulu bir yol ise. Edep, erkân ile yapılacak tartışmadan böyle bir sonuç çıkarsa; O zaman benim yazdıklarım üzerinden tartışmamıza ve arayışımıza devam ederiz.
Ben bu daveti önceki makalemde de yaptım
Hamza Aksüt’ün davet’e cevabı şu oldu;
“Ben, Aleviler İslam içidir ya da İslam dışıdır gibi anlamsız ve karşıtlarımızın kurduğu tartışma tuzağına düşmem.”
Şu yanıta bakar mısınız?
Tüm Alevi ocaklarını hiçbir kanıt ve belge göstermeden ucuz bir senaryo eşliğinde kendi köklerinden koparıp Arap çöllerine taşıyan sen; zaten bu tartışmanın keskin bir tarafı olmuş olmadın mı?
Sen tartışmaya göbekten müdahil değil misin?
Kamuoyuna sunduğun bir çalışma var. Diyorsun ki Alevi ocakları Musai Kâzım’a bağlıdır. Ben de diyorum ki bunu öne sürebilmek için önce Aleviliğin İslam’ın içinde olduğunu kanıtlayabilmen gerekir.
İşte meydan. Gel ve kanıtla.
Kanıtlayamazsın, sen de kanıtlayamazsın kimseler de kanıtlayamaz.
Çünkü Alevilik sizlerin biçtiği o elbisenin içine sığmayacak kadar kadimdir ve uludur.
Çünkü cebinizdeki bir avuç çöl kumu ile bu görkemli uygarlığın üzerini kapatamazsınız.
Aleviliğin Tanımı:
Hamza Aksüt; “Ben, Aleviler İslam içidir ya da İslam dışıdır gibi anlamsız ve karşıtlarımızın kurduğu tartışma tuzağına düşmem.” diyor ve hemen ekliyor,
‘Alevilik Aleviliktir’
Bir öğrenci zorlandığı soru karşısında kalkıp sınıfta öğretmenine;
“Ben deniz suyu tuzlu mudur değil midir tartışmam. Deniz denizdir”
yanıtını verse, ya da
“Ben Amerika ne zaman keşfedildi tartışmasına girmem Amerika, Amerika’dır’”
tarzında cevaplarla öğretmenini oyalamaya kalksa, kırık not almaktan kurtulamazdı.
Hamza Aksüt’ün notunu siz verin.
Hamza Aksüt’ün notunu siz verin ama müsaade edin bu cümlenin içinde barındırdığı sinsi tuzağı ben açıklayayım.
Bugün Alevi yolu kaybolmuş, erkânı dağılmış, ocaklar yıkılmış. Tarumar olmuşuz. Geçmişimiz çalınmış, toplumsal belleğimiz silinip gitmiş.
Aleviliği eritip ortadan kaldırmak isteyenler, kendi benliğimize kavuşmamızı, hafızamızı tazelememizi, yitirdiklerimizi tekrar bulmamızı asla istemiyorlar. Onlar Aleviliğin bugünkü fotoğrafını çekip bu görüntüyü Aleviliğin kendisi imiş gibi kitlelere kabul ettirmeye çalışıyorlar.
-Alevilik,Aleviliktir.
Karıştırmayın, araştırmayın diyorlar.
Onlar bu kaba tanımla yetinmemizi isteseler de biz kendi aslımızı geçmişimizi ve varlık sebebimizi ‘demirin üstünde karınca izi’ arar gibi arayacağız.
Çünkü bu sevdaya düştük bir kere.
Yalan Dükkanı
Bir başka ‘yarım aydın’ (Ünsal Öztürk kastediliyor) çıkmış benim Aleviliği Orta Asya’ya bağlama çabasında olduğumu yazmış.
Bunun cevabını son kitabımdan bir alıntı ile vermek istiyorum;
’Bu toprakların kesintisiz, tutkulu ve uzun soluklu macerası bir film şeridi gibi gözlerimizin önüne seriliyor. Destan tadında bir serüvenle, yazılmamış bir tarihle başbaşa kalıyoruz. Halkalar birbirine eklendikçe anlıyoruz ki; Luviler, bu toprakların en sessiz ve en derin uygarlığını yaratanlar, bu coğrafyanın en eski yerlileri ve asıl sahipleri, bu topraklarda her zaman var oldular ve hâlâ aramızdalar.
Bugünün Alevileri var olmak, varlıklarını sürdürebilmek uğruna toplumsal hafızalarından vazgeçmiş görünseler de, ya da belleklerinin bir bölümünü hakikaten yitirmiş olsalar da gerçek o ki; bu toprakların en eski yerleşik halkı Luviler, Truva’yı Yunan yağmasına karşı savunan kadın ve erkek savaşçılar, Truvalılar’a yardıma koşan Karyalılar, Likyalılar, Pisidyalılar, Anadolu dergâh-devletlerinin yeminli vatandaşları, Çankırı Konsili’nin lanetlediği, örgütlü kadınlar, aynı örgütlenmenin ardılları, aynı sevdanın tutkunları, Karacahöyük’dek i kadın dervişler, Malya Ovası’nın mağlupları, Alevi nizamının son büyük kurucusu Abdal Musa ve daha niceleri unutulmaya yüz tutmuş görkemli bir tarihin, kaybolmadan günümüze ulaşabilmiş parçalarıdırlar.
Aleviliğin on bin yıldan uzun sürmüş tarihi, Anadolu’nun beşeri tarihi ile aynı yaştadır. Bu topraklar üzerinde insanlığın varlığı ile birlikte ortaya çıkıp, çoğala çoğala bugüne ulaşmış bu zengin kültürel miras uzun süre Türk-İslam sentezinin yoksul duvarları arasına hapsedilmeye çalışıldı. Kendilerini ‘dava adamı’ olarak niteleyen acemi kurgucular; bu coğrafyada yeşermiş, bin bir türlü renge ve kokuya sahip eşsiz güzellikteki çiçeklerin köklerini bazen susuz Arap çöllerinde bazen de çorak Asya bozkırlarında aradılar. Arkeoloji, antropoloji ve genetik bilimlerinde ulaşılan bilgilerle, hayal mahsulü göç masalları ve hamasi etnisite tiradları büyük ve ani bir çöküşle gözden düştüler. Artık biliyoruz ki etnik ve inanç köklerimiz de, zengin kültür mirasımızın beslendiği asıl kaynaklar da bu topraklardadır. Ruhumuzu sarhoş eden en keskin ve en yoğun kokular, bu muhteşem rayiha, kendi bahçemizden geliyor. Gözlerimizi kamaştıran, etrafımızı sarmalayan, bizleri aklımızdan eden, eşsiz renk çeşitliliği; ışığını bu gökyüzünden aldı.”(Aleviliğin Kökler s.182)
Bir yalan dükkanı açmışsınız. İçin de ne ararsan var.
Aldığınız yalan
Sattığınız yalan
Tarttığınız yalan
Bu yalan dükkanında iftira da var, haksız ve mesnetsiz isnat da var.
Ne yok bu dükkanda derseniz; Bu dükkanda önce insaf yok.
Bu dükkanda ‘Gerçekler’ yok
Halbuki Alevilik dediğin ‘Gerçeklerin demi‘dir
Erdoğan Çınar
İlk yorum yapan olun