İslamiyetin doğuşunda Ezoterik öğretinin etkisi, ayrı bir çalışmanın konusu olacak kadar geniş kapsamlı bir incelemeyi gerektirmektedir. Bu nedenle, bu çalışma çerçevesinde ancak özet bilgiler vermekle yetinmek zorundayız.
Musa ve Yahudi Ezoterizmini incelerken, Mezopotamya’da ve özellikle Harran ovasında yaşayan Saabi inançlı kavimin bir bölümünün, liderleri İbrahim komutasında çeşitli sebeplerden ötürü göç ettiklerini ve göç edenlerin Mısır’a yerleştiklerini görmüştük. İbrahim’in bir cariyeden olma oğlu İsmail ve yanındaki küçük bir grup, İbrahim’in karısı Sarah’ın büyük tepkisi nedeniyle ana gruptan uzaklaştırıldılar. Sarah, kavimin liderliğinin varisi olarak sadece öz oğlu İshak’ın kalmasını ve İsmail’in gelecekte tahtta hak iddia edememesini sağlamak için, İsmail ve beraberindekileri uzak Arabistan çöllerine sürgün göndertti.
Saabi inançlı olan İsmail, Arabistan yarımadasının güney ucuna yerleşti ve burada Yemen Sabaaları devletinin ilk nüvesini oluşturdu. Kısa sürede Arap yarımadasının önemli bir bölümünü kontrolü altına alan bu kavimin yoğun çalışmaları sonucunda barajlar ve su yolları yapıldı. Çöl, yeşile dönüştürüldü ve bir güneş kültü niteliğindeki Saabi inancının gereği olan perçok tapınak inşa edildi. İşte Kabe de bu tapınaklardan birisi, Güneş’e atfen yapılmış olması nedeniyle, belki de en önemlisiydi.
İslam peygamberi Muhammed’in ailesi, kuşaklar boyu bu Güneş mabedinin, Kabe’nin yönetimini elinde tutan rahiplerdi. Zaman içerisinde Kabe’nin içine pekçok kavimin putları dolsa da, Muhammed’in ailesine ve savundukları dini inanca, tek Tanrı inanırları anlamına gelen “Hanif Din” inanırları deniyordu.İslamiyet’in, kutsal kitabı Kuran dışındaki en önemli kanun koyucusu, Hanif dinin uygulanmakta olan ilkeleriydi. İşte bu nedenle, zaman içerisinde çok farklılaşmış olsa da, ilk kaynağın Ezoterik olması nedeniyle İslamiyet’te de bu öğretinin izlerine sıkça ratlanır.
İslamiyetin Ezoterik öğreti ile ikinci karşılaşması, Mısır’ın Müslüman güçlerce fethi sırasında meydana geldi. İslamiyet’in Arap yarımadasından çıkıp tüm Ortadoğu’ya yayılmaya başladığı sırada Mısır’da halkın bir bölümü Hristiyan, bir miktarı Yahudi ama büyük çoğunluk eski çok tanrılı din taraftarıydı. Gerçi Osiris mabedi yıkılmış ve rahiplerin büyük bölümü Kudüs’e geçmişlerdi ancak Ezoterik doktrin varlığını kuşaktan kuşağa sürdürüyordu. Doktrinin başlıca kaynağı, İskenderiye’deki Yeni Eflatuncu İskenderiye Okulu idi.
Uzun zamandır güçlü bir devlet yapısından uzak olan Mısır, muazzam İslam orduları karşısında fazlaca direnmeden teslim oldu. Halka iki seçenek tanındı, “ya Müslüman olun ya da kılıçtan geçerilmeye rıza gösterin”… Onların Hristiyanlar ya da Yahudiler gibi kendi dinlerini koruma lüksleri yoktu. Çünkü Müslümanların gözünde Tanrı yoluna döndürülmesi gereken putperest kafirlerdi. Başka çareleri yoktu, Müslüman oldular (1).
Halife Ömer döneminde fethedilen Mısır’da Müslümanların ilk işi İskenderiye okulunu dağıtmak ve bu okulca asırlar boyunca toplanmış olan o muhteşem İskenderiye kitaplığını yakmak oldu. Okulun üyesi filozofların yapabilecekleri tek şey vardı. Müslüman gibi görünerek, öğretilerine İslami bir kılıf geçirmek. Bunun için filozoflar, İslamiyetin içindeki muhalefetten yararlandılar ve böylece, İslamın katı kurallarından bir nebze sıyrılmayı başardılar. Hilafet iddiaları nedeniyle Ömer’in karşısında olan peygamberin damadı Ali’nin yanını tuttular. Bu filozoflar, Ali yandaşları görünümü altında İslamiyete bambaşka bir boyut getirdiler (2). Alevilik olarak adlandırılan bu mezhebin bünyesinde, İslam dininin önerdiği anlam değişti. Yaradana tapınma olgusu yerini, Tanrı-evren-insan üçlemesinden oluşan varlık birliğine bıraktı. Sünni ortodoks Müslümanlar bu durumu derhal sapkınlık olarak nitelenirdi. Ama yapabilecekleri birşey yoktu. Karşılarındakiler, peygamberin damadının yandaşıydılar ve hepsi de görünüşte Müslümandılar.
Bu inanış biçimi Arapların zorla Müslüman yaptığı halklar arasında öyle yayıldı ki, Şiilik-Alevilik adı altında, birbirine hiç benzemeyen Zerdüşt İranlılar, Mısır’lı Fatımiler, Şamanist Türkler aynı çatı altına toplandılar. Hepsinin de Ali yanlısı görünmesine karşın Şiiliğin Alevilikle, Batınilikle ve Dürzilikle benzeşmemesinin altında yatan gerçek budur. Zerdüşt yanlıları, kendi dinlerinin birçok normunu koruyarak Şii, Şamanist Türkler Alevi ve Mısır’lılar ile Ali’yi savunan diğer bazı Arap kavimlerinin bugünlerdeki ardılları da Dürzi ya da diğer bazı Batıni mezheplerin üyeleri olmuşlardır.
İslamiyeti kabul eder görünen İskenderiye okulu mensupları derhal Yunanlı filozofların ve özellikle de Pisagor ve Eflatun’un eserlerini yaymaya başladılar. Kuran’daki bazı deyişlerden faydalanmasını iyi bilen filozoflar, “Tanrının sıfatlarından birisi de Alim’dir. Bu yüzden Tanrıya en yakın kişiler bilginlerdir” diyerek, kendilerine bir koruma kalkanı kurdular ve öğretilerini bu hüviyetleri çevçevesinde daha da rahat yayma fırsatı buldular. Bu filozoflardan Veysel Karani öyle bir mertebeye yükseltildi ki, onun peygamberin öğretmeni olduğu söylentisi dahi çıktı (3).
Yeni Eflatuncu filozofların etkilen kuşaktan kuşağa yayılarak sürdü. Onların görüşlerinden etkilenen birçok kişi ve mezhep oldu. Filozoflar bu akıma Tasavvuf, kendilerine de Sufi adını verdiler. Bazı kaynaklar Sufi kelimesinin, bu filozofların giydiği kıyafetten doğduğunu öne sürmektedir. Ancak bu, hem zamanın en güçlü bilginleri olan filozofları küçük düşürmek hem de Ezoterik öğretiyi küçümsemek için Sünni Müslümanlarca uydurulmuştur. Sufilerin isminin, Suf adı verilen giysiden geldiği iddiası tamamen geçersizdir. Bugüne kadar hangi felsefi ekol, müridlerinin giydiği elbisenin adını almıştır?
Aksine Sufi kelimesi, bu düşünce akımının kaynağının Yunan felsefesi olduğunun, köklerinin Pisagor ve Eflatun’da bulunduğunun delilidir. Yunanca’da Sofos kelimesi, Akıl-Hikmet veya Bilgelik anlamına gelmektedir. Aynı kökten gelen sufi kelimesi de İskenderiye okulu yandaşlarınca, bu anlamlan nedeniyle seçilmiştir (4). Bu arada, filozof ve felsefe sözcükleri de aynı kökten türetilmiştir. Bu kelimeler, Yunancada sevgi ve güzellik anlamına gelen “Pilos” ile Sofos’un birleşiminden doğmuştur. Diğer bir deyişle felsefe, akıl ve hikmetin önderliğindeki güzellik ve sevgidir.
Ayrıca Yunanistan’da, çok akıllı ve bilgili olduklarını göstermek için kendilerine “Sofistler” diyen bir grubun aslında çok tutucu ve hatta bağnaz kişiler olması, bir başka kelimenin, “Sofuluğun” doğmasına yol açmıştır. Sofu, hemen her dinde aşırı bağnazlara verilen ad olmuştur.
Mısır’da bu gelişmeler olur ve Sufilik tüm İslam alemine yayılırken, İran’da İslamiyet’e karşı bir başka tepki kaynağı ortaya çıktı. O dönemde İran’da Zerdüşt inanırlarının yanısıra, Yuanna İnciline inanan ve “Sen Jan Babtist” Hristiyanları denilen bir grup yaşıyordu (5). Müslüman istilacılar, kendilerine karşı çıkan İran kökenli grupların hepsine birden “Hariciler” adını verdiler. İslama karşı gelenler anlamına gelen Hariciler, ve özellikle de Sen Jan Babtist Hristiyanları zamanla İslamiyeti kabul eder göründülerse de, İran’da yayılan İsmaililiğin ve 10. yüzyılda ortaya çıkan Mutezile akımının önde gelen bir kaynağı oldular.
Hariciler, İslamiyete inanır görünürlerse de, Muhammed’in kutsal kelam olduğunu, diğer bir deyişle İsa’nın bir yeniden doğuşu olduğunu savunurlardı. Kutup yıldızını uhuliyetin simgesi olarak gören ve “Nubuka” adını verdikleri bir Tanrı üçlemesine tapınan Hariciler Pisagor’un üçyüzler meclisini andırır şekilde, üçyüz rahipten oluşan ve “Ahyar” adı verilen bir meclis tarafından yönetilirlerdi. Ahyar’ın içinden seçilen yedi kişilik hükümete de “Abrar” denilirdi.
Sufiler, Mısır’ın yanısıra Mezopotamya’da da son derece etkiliydiler. Eski Babil okulunu andırır biçimde Basra’da çok güçlü bir sufi merkezi, “İhvan-ı Sefa” oluşmuştu (6). Gizli dernekler haline getirdikleri tarikatlarda biraraya gelen sufiler Bağdat’da da aynı merkezi kurdular. Abbasiler döneminde Bağdat’ın İslam dünyasının başkenti haline gelmesi, sufiliğin de tüm Müslüman dünyasında yaygınlaşmasına neden oldu. Sufi önde gelenlerinin üyesi bulunduğu Karamiler mezhebi (7), İskenderiye, Kahire, Bağdat, Basra’nın yanısıra, Kudüs’de, Türkistan’ın birçok kentinde ve Gazze sultanlığının hemen her köşesinde tekke kurdu. İslamiyetin katı ortodoks Sünni taraftarlarına karşı Sufiler son derece akılcı ve gizli bir savaş sürdürürken, Sünnilerin karşısına açıkça çıkan Şii’ler bir süre sonra yenilmekten kurtulamadılar. Buna karşın, Emevilerin saltanatları sırasında uyguladıkları baskı ve zulüm, zoraki müslümanların Sünnilere karşı nefretlerinin içten içe sürmesine neden olmuştu. Bu nefret, İsmaili ve Fatimi ayaklanmaları ile doruk noktasına ulaştı.
Ali’nin iki oğlunun ve pekçok yandaşının Kerbela’da öldürülmelerinden sonra, sağ kalan tek torunu Zeynelabidin’in ve onun soyundan gelenlerin Şii mezhebi inanırlarına İmam olmalarını Sünni yöneticiler kabul ettiler. Ancak bunu, Şiileri kontrol altında tutabilmek için yapıyorlardı ve İmamların hepsi sadece birer kuklaydı. “İsmaililer”, İmam Cafer Sadık’ın oğlu İsmail’in imamlığını kabul eden Karamilere verilen ad oldu. Öte yandan köklerini, peygamberin Sünnilerce öldürülen kızı, Ali’nin karısı Fatma’ya kadar götürmeleri nedeniyle de Mısırlı Karamilere “Fatımiler” adı verildi (8).
İsmaililerin hedefi, filozof Farabi’nin deyimi ile, “gerçek akıl devletini, kardeşliğe ve eşitliğe dayanan bir cumhuriyeti kurmaktı”. İmam İsmail’in ölüm yılı M.S. 760 olduğuna göre, İsmaili mezhebinin de bu tarihlerde kurulduğu sanılıyor. Ancak, 7 dereceli inisiasyona dayanan İsmaili örgütlenmesine, İsmaili Şeyh El Cebel’i, Meymun oğlu Abdullah döneminde başlandığı biliniyor (9).
İlk İsmaili devleti, M.S. 874’de Hamat Karmat tarafından, İran körfezinin güneyindeki Lasha’da kuruldu (10). Yaklaşık 150 yıl kadar varlığını sürdüren bu devlet tamamiyle laikti. Lasha’da oruç tutulmaz, namaz kılınmazdı ve bir tek bile cami yoktu. Karmatiler adı verilen ve bir meclis tarafından yönetilen bu devletin orduları M.S. 929’da Mekke’yi işgal etti ve Kabe’deki kutsal kara taş “Haceri Esved”i alarak Lasha’ya götürdü. Bu arada mezhebin ortadoğuya yayılmış diğer kollan da boş durmuyor, başta Bağdat olmak üzere tüm büyük İslam kentlerinde gizli İhvan-ı Sefa dernekleri halinde örgütleniyorlardı. Karmatlar bir süre sonra Bağdat ve tüm Mezopotamyayı kontrol eder hale geldiler. Bağdat’daki halife tam anlamıyla bir kuklaya dönüşmüştü ve ipleri de Lasha’daydı. Mutezile akımının Bağdat’ta ortaya çıkışı işte böyle bir ortamda gerçekleşti (l 1). Sünni İslami otoritenin yokluğundan faydalanan sufiler her türlü dini ve siyasi fikri tartışır hale geldiler. Öyle ki, Müslüman topraklarında Tanrının varlığı dahi ilk kez tartışılabildi. 10. yüzyılda, Bağdat hilafeti, yönetimi laikleştirmek zorunda kaldı. Halifeler, teokratik birçok ayrıcalıklarının yanısıra, örneğin Cuma namazında adlarına hutbe okutmaktan bile vaz geçtiler. Namaz kılma, oruç, haç gibi ibadet zorunlulukları kaldırıldı. Alkollü içkilerin satışı serbest bırakıldı ve hatta domuz etinin satılmasına izin verildi. Bu arada, kadınların da erkekler ile eşit olduğu kabul edildi.
Karmatlar, Bağdat hilafetinin ricası üzerine, Haceri Esved’i Kabe’deki eski yerine koymayı kabul ettiler. Bağdat’da yönetim “Ümera” denilen, İhvan-ı Sefa derneklerine dayanan sufilerin elindeydi (12). İslamiyetin başkentindeki bu özgür ortam, İran’dan Türkistan’a ve Endülüs’e kadar birçok yerde yankılarını buldu. Bu dönemde, “Dinlerin Eleştirisi” ve “Peygamberlerin Aldatıcılığı” adları altında felsefi eserlerin yayınlanması dahi mümkün oldu.
M.S. 909’da, İsmaili inançlı bir başka devlet, Fatimiler Mısır’da kuruldu. Karmetiler gibi Fatimiler de, İsmaililiğin 6. derecesine sahip kardeşlerden kurulu bir meclis tarafından yönetiliyordu. Bu meclislerin başında 7. dereceye sahip İsmaili şeyhleri, devlet başkanı konumunda yer alıyorlardı.
Fatimiler, Mısırlı eski sanatkar loncalarını ihya ettiler ve yeni bir örgütlenme ile loncaları kalkındırdılar. “İzciler” anlamına gelen “Fütüvve” adı altında, genç İsmaili sanatkarlardan kurulu muazzam bir askeri güç oluşturuldu (13). Diğer tüm Batıni örgütlenmelerde olduğu gibi Fütüvve’de de derecelere dayalı bir sistem esastı. Toplam 9 dereceden oluşan Fütüvve teşkilatının ilk derecesi Nazil, ikincisi Tim Tarik, üçüncüsü Meyan Beste derecesi idi. 4. derece Nakip Vekili, 5. derece Nakip ve 6. derece de Baş Nakip dereceleriydi ki, bu derece müntesiplerinin en önemli görevleri askeri örgütlenmeyi düzenlemek ve her türlü töreni yürütmekti. 7. derece saliklerine kardeş anlamına gelen “Ahi” adı verilirdi. Türkler arasında yaygınlaşan Fütüvvenin yan kuruluşu Ahiliğin, adını bu kaynaktan aldığı sanılmaktadır. Fütüvve içinde Ahi’lerin görevleri şeyh yardımcılığı mertebesindeydi. 8. derece, herbiri kendi teşkilatının başında olan şeyhlerin derecesiydi. 9. derece ise, tıpkı İsmaili örgütlenmesinde olduğu gibi sadece bir tek kişiye, şeyhlerin şeyhine verilirdi. Tüm Fütüvve teşkilatının lideri olan ve sadece devlet başkanı konumundaki Şeyh el Cebel’e karşı sorumlu olan bu kişinin unvanı “Şeyhüssüyun” idi. Fütüvvenin, o sıralarda giderek güçlenen Sünni inançlı Selçuklulara karşı koyabilecek bir kuvvet olması amaçlanmıştı. Bu kuruluş daha sonra, Selahattin Eyyubi döneminde Sünni Müslümanlarca da benimsendi ve aynı adlı örgütlenmeyi Sünniler de uyguladı. Yine bu örgüt, Ahilik adını alarak, Türkler arasında yaygınlaştı (14).
İsmaililik’de de, diğer batini inanç kurumları gibi ketumiyet esastı ve yemin işkence altında dahi bozulmazdı. İsmaililik’de İmamın Tanrının yeryüzündeki tezahürü olduğuna inanılırdı. İmamlık soydan soya geçerdi ve İmamın söylediği herşey doğru, yaptığı her hareket haklıydı. Tarikatın lideri olan Şeyh el Cebel (Doğanın şeyhi) İmam soyundan gelmekteydi.
İsmaililik inancına göre gökler ve yerler yedi kattır (15). Bu nedenle tarikatte mükemmelliğe 7. ve sonuncu derece ile ulaşılır. Bu derecenin sadece Şeyh el Cebel’e verilmesi, onun mükemmelliğine ve Tanrı ile bir olduğu inancına dayanmaktadır. Diğer İsmaililer en çok 6. dereceye kadar ulaşabilirler. Yani, ancak mükemmelliğe yaklaşabilirler fakat hayattayken onu elde edemezlerdi.
İsmaililer, Tanrının salt ışık olan yüce bir varlık olduğuna ondan çıkmış olan tüm ruhların yine ona döneceğine inanırlardı. Onlara göre, 6. dereceye malik olabilmiş kişilerin ruhları ölümden sonra Tanrıya dönme mutluluğuna erişirken, daha düşük dereceli kardeşlerin ve sıradan insanların ruhları, gövdeden gövdeye geçerek dünyada acı çekmeye devam ederlerdi. İsmaililer için yeryüzü cehennemin ta kendisiydi. Bu nedenle de, şeyhlerinin emri üzerine kendilerini feda etmekten çekinmezlerdi, çünkü, daha iyi bir hayata doğacaklarına inanırlardı.
İsmaili öğretisi, ruhun, gövdede bulunduğu süre içinde yaptıklarından sorumlu olduğunu savunmaktadır. İyi bir kişi olarak yaşanmışsa, bir sonraki hayatta daha üst düzey birisi olarak dünyaya gelinecek ve böylece tüm aşamaların tamamlanması mümkün olacaktır. Şeriatın iddia ettiği gibi bir öte dünya, cennet veya cehennem yoktur. Cennet de, cehennem de bu dünyadadır. Yaşamını mutlu geçirmiş kişi cennette, mutsuz kişi ise cehennemdedir. Kuran’da iddia edildiği gibi Tanrının yargılayıcı bir gücü de bulunmamaktadır. Namaz, oruç, haç, zekat gibi ibadetler gereksizdir. Gerçek inancın gizlenerek, Müslüman görünme adeti “takkiye”nin ilk uygulayıcıları İsmaililer olmuştur.
İsmaililik, Pisagorculuğun bir nevi devamı gibidir. İsmaililer, 7 sayısının kutsallığının yanısıra, birçok görüşlerini ve bu arada beyaz kıyafetlerini, Pisagorculuğun, Makedonyalı Büyük İskender’in Mezopotamya’yı işgal ettiği sırada, öğretisinden son derece etkilenen Saabilikten almışlardır.
İsmaililerin giysileri beyaz tunik üzerine takılan kırmızı kuşaktan ibarettir. Bu giyisi, İsmaililer’den etkilenen Templier Şövalyelerine geçmiş, onlarda beyaz kıyafet üzerine ilave edilen kırmızı bir haça dönüşmüştür.
İsmaili öğretisi, 7 dereceli bir tekamül zincirini içermektedir. Örgüte üye olmak isteyen aday bir yıl boyunca incelemeye alınmakta, uygun görülmesi halinde özel bir törenle inisiasyonu yapılmaktaydı. İnisiye edilenlere beyaz elbise giydirilir ve sonsuz itaat ve ketumiyet yemini ettirilirdi.
Birinci derecenin adı “Müminler” derecesiydi. Bu derecede İslamiyet ve Kuran öğretilirdi. İsmaililer için, semavi bir dini tam manasıyla tanımayan kişi, bu dinin ötesindeki öğretileri anlayamazdı. Müminler derecesinden ikinci dereceye en erken iki yılda geçilebilirdi.
İkinci derece sahiplerine “Mükellefler” adı verilirdi. Mükelleflere, İslam dininin yanısıra diğer dinler de öğretilir ve tek geçerli dinin İslamiyet olmadığı, aksine tüm dinlerin aynı hedefe yöneldikleri gösterilirdi. Mükelleflerden beklenen, dış dünyada aday olabilecek kişilerle temasa geçmeleri ve onları yanlarına çekmeleriydi. Bu derecede de yükselme süresi iki seneydi. Daha sonraki derecelerde müridler altıncı dereceye kadar en erken birer sene arayla yükselirlerdi.
Üçüncü derece, “Dai’ler” derecesiydi. Sır saklama ve ketumiyetin öğretildiği bu derecede, müridlere Muhammed ve ondan önceki yedi peygamberin yaşam ve görüşlerinin yanısıra, tarikatın sırları da yavaş yavaş verilmeye başlanırdı. Marifet kapısı denilen bu dereceye haiz Dai’ler, tarikata girmek isteyenler hakkında araştırma yapar, haklarında karar verirlerdi. Dai’lerin bir başka görevi de mezhep hakkında propaganda yapmaktı. “Dai” kelimesi, Arapçada “Çağıran” anlamına gelmektedir.
Dailer, kendilerinden önceki iki dereceli müridlerden sorumluydular ve aralarında kimin yükseleceğine de onlar karar verirlerdi.
Dördüncü derece “Dai-yi Ekber” yani, Büyük Dai derecesiydi. Dai-yi Ekber derecesini alan müridlere “Baba” da denirdi. Onlar gerçek kapısından Tarikate girmeye hak kazanmışlardı. Daha sonraki yüzyıllarda Yesevilik’te ve Bektaşilik’te müridlere verilen “Baba” lakabı İsmaililer’in bu geleneğine dayanmaktadır. Dai-yi Ekber’ler tüm Dai’lerin başı durumundaydılar. Onlar, Dai’ler kuruluna da başkanlık ederlerdi.
Tarikatın gerçek sırlarının verilmeye başlandığı derece, “Tarikat kapısı” adı verilen beşinci dereceydi. Bu derecede tüm dinlerin, bu arada İslamiyet’in gereksizliği anlatılır ve saliklerine, “bir yudum emenler” anlamına gelen “Zu Massa” denilirdi (16).
Hüccet adı verilen ve “Hakikat Kapısı” denilen altıncı derece, bir İsmaili’nin ulaşabileceği son dereceydi. Bu derecede evrende varolan ikilik, Tanrının üçlü vasfı ve kainatı meydana getiren dört büyük güç gibi Batıni doktrinin en önemli sırları verilir, tüm peygamberlerin, diğer bütün din kurucular gibi sadece birer Kamil İnsan oldukları öğretilirdi. Tanrısal nurun “Işık” olduğunun belirtildiği bu derecede ona ulaşmak için derece salikleri ruhlarını arındırmak ve Kamil İnsan konumuna yükselmekle mükelleftiler. İsmaililer, Tanrıya ancak altıncı derece sahiplerinin mükümmel bir yaşam sürdükten sonra, öldükleri zaman ulaşabileceklerine inanırlardı.
Yedinci derece en mükümmel dereceydi ve Tanrısal bir niteliği vardı. Bu dereceye sadece, Tanrının yeryüzündeki tezahürü olduğuna inanılan Şeyh el Cebel (Doğanın şeyhi) sahipti. Tüm İsmaililerin lideri olan şeyhin diğer unvanları da, “Belag-ı Azam (Kutsal Kelam Üstadı)” ve “Namus-ül Ekber (Büyük Sır Üstadı)” idi.
İsmaililer, Müslüman dünyası üzerindeki etkilerini uzunca süre devam ettirdilerse de, Sünni inançlı Türklerin kontrolü ele geçirmeleri karşısında giderek gerilediler. Karmeti devletinin yıkılmasından sonra Fatımiler de önce Haçlıların saldırıları, sonra iç isyanlar ile sarsıldılar ve nihayet, Selahattin Eyyubi komutasındaki Sünni kuvvetlerince tamamen yok edildiler.
Bu gelişmeler karşısında İsmaililer küçük kalelere sığınmak zorunda kaldılar. Bu kalelerin en ünlüsü, Hasan Sabbah’ın komutasındaki Alamut Kalesiydi. Sabbah ve emrindeki fedaileri, Selçuklu yönetimine karşı sürekli mücadele ettiler ve hem Arap, hem de Türk Sünni ileri gelenlerinin korkulu rüyası haline geldiler.
Sabbah’ın fedailerinin yaşamları pahasına Sünni liderlerine suikastlar düzenlemeleri, İsmaililer ile ittifak halinde olan Haçlı Şövalyelerinin ve özellikle de Templier’lerin onlardan büyük ölçüde etkilenmelerine neden oldu.
İsmaililerin bir tür bugünkü devamı niteliğinde olan Dür-ziler’in tarihi de, onların Hristiyanlar ile ittifakından ve özellikle Templier Şövalyeleri ile iyi ilişkilerinden bahsetmektedir. Batıni doktrinden, kurucuları El Hakim’in Tanrı olduğu dogmasına saplanarak uzaklaşan Dürziler, öncülleri İsmaililer gibi beyaz giyinirler. İnsanları, akıllılar ve cahiller olarak ikiye ayıran Dürzilere göre akıllılar kendileri, cahiller de diğer insanlardır. Mezhebe kabul edilenlere “Akel” adı verilir. Dürzilerin “Darasin” denilen ritüellerinde, gerçek kimliklerini özellikle sakladıkları ve Müslüman olarak göründükleri açıkça belirtilmektedir.
(ALINTI)
İlk yorum yapan olun