İlginç Bir Kişilik Prof. 1400.
(Ezeli Doğanay 17.10.2020)
Oldukça ilginç bir kişilik Prof. 1400. 4-5 ismi var.
Kendi alanında da kendini oldukça iddialı görüyor.
1. Prof. 1400.
2. Dabbetül – Arz-ı
3. Nazmi Nizami Sakallıoğlu.
4. Yekzanoğlu,
Bu isimlerin hepsi bu kişiye aittir.
Bu kişi kimdir?
Nerede doğmuştur?
Akademik eğitimi nedir?
Dünya görüşü nedir?
Yazar mıdır?
Ozan mıdır?
Araştırmacı mıdır?
Tarihçi midir?
Bu kişiyi araştırırken bu sorulara yanıt bulmaya çalıştım.
1992 yılında yayına hazırladığı bir Kitap’ta 54 yaşında olduğunu yazar. Demek ki 1938 doğumludur.
İddialarına gelince akademik bir kariyeri olmadığı halde Prof. İmzasını kullanması İslam konusun da bir profesör kadar kendini donanımlı olarak görüyor.
İkinci iddiası Dabbetül-Arz-ı olarak kendini görmesi. Böyle bir görevi kimse kendisine vermemiştir? Kimse ona bu görevi vermemiştir ancak o kişinin kendisi olduğunu iddia etmektedir. Ayrıca Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte kapatılan Nakibüleşraflık Kurumu’nun sorumluluğunu üstlenerek insanların soy boy köklerine tanıklık ederek kendisini tek merci görüp imzalar atmaktadır.
“Yekzanoğlu” imzası da bu konuda bir iddiayı içerir çünkü Kürtçenin Kurmanci lehçesin de “Yek” bir tek demektir. “Zan” bilmek anlamına geliyor. “Yekzanoğlu” Bu konuyu yalnızca o biliyor tek o biliyor ve onun oğludur.
Bu kadar iddia sahibi olan bir yazarın yayına hazırladıkları çalışmaları onun bu iddiaları ile örtüşüyor mu?
Nakibüleşraflık Kurumu Nedir?
Muhammed’in soyu, kızı Fâtıma’dan devam etmiştir. 3. ve 4. hicrî asırlardan sonra Fâtıma’nın oğulları Hasan ve Hüseyin’in soyundan gelenlerin sayısı artınca bu sülaleden doğan çocuklar iki şahitle hâkim huzurunda tescil edilmeye başlandı.
Abbasi Halifesi Mütevekkil zamanında (847-861) Ali ve Abbas soyunun zatî işlerine bakmak üzere ayrı birer Ensâb Nikâbeti kuruldu. Ali ve kardeşlerinin soyundan gelenlerin işlerine bakan vazifeliye Nakibü’t-Tâlibîn, Abbasilerin işleriyle vazifeli memura da Nakîbü’l-Abbâsiyyîn denilirdi. Horasanlı Ömer bin Ferec er-Ruhhâcî ilk Nakibü’t-Tâlibîn’dir.
Bazen bu iki makamın tek kişide birleştiği de olmuştur. Eyalet merkezi büyük olan şehirlerde valinin tayin ettiği nakibler bulunurdu. Merkezdeki Nakîbü’n-nükabâ’yı (Nakibler nakibini) ise halife tayin ederdi. Bunların maiyetleri vardı. Umumiyetle elçi gönderileceği zaman nakibler tercih edilirdi. Halife Me’mun, Peygamber soyundan gelenlerin halktan kolayca ayırt edilmesi için yeşil renkte giyinmeleri âdetini koymuştu.
Memlukler de Hasan evladına ‘şerif’, Hüseyin evladına ‘seyit’ unvanını verdiler. Kur’an ve hadislerde Ehl-i Beyt hakkını gözetmeyi tavsiye eder.
Abbasilerin mirasçısı Fâtımî, Selçuklu, Zengî ve Eyyübî devletlerinde nakiblik müessesesi devam etti. İlhanlılar da Müslüman olduktan sonra seyyid ve şeriflere kıymet vermişlerdir. Gazan Mahmud Han bunların zâtî işlerine bakmak üzere Nakîb-i nukabâ- i sâdât adıyla bir memur vazifelendirmiş, bunun her şehirde Dârüssiyâde adıyla bir şubesini kurdurmuştu.
Osmanlılarda da bu usul devam etmiş, padişahlar seyyid ve şeriflere başka hiçbir memlekette misali görülmeyen bir saygı göstermiş, rahat ve huzur içinde yaşamaları için lazım gelen her hizmeti yapmışlardı. Onları vergiden muaf tutmuş, buna vesika olmak üzere de ellerine “siyâdet (seyitlik) beratı” denilen resmî bir belge vermişlerdi. Böylece imtiyazlı bir sınıf halinde yüzyıllarca yaşamışlardı.
Osmanlılarda bu gibi imtiyazlar sebebiyle pek çok insan Sülâle-i tâhire’ye ( Muhammed soyuna ) mensubiyet iddiasında bulunup iki şahit tutarak mahkemede nesebini tescil ettirmeye başlayınca bu imtiyazlı sınıfa mensup olanların sayısı arttı. Tanzimat’tan itibaren tescil usulüne hiç ehemmiyet verilmemiş, bu muhterem sülaleye mensup olmayanlar da seyyie ve şerif künyesini kullanmaya başlamışlardı.
Osmanlılar bu sülaleye hürmet ve muhabbetlerinden aralarına yabancıların karışmaması ve bu sülaleye mensup bir kimse seyahat ederse kendisine layık olan muamelenin eksik edilmemesi için bir hususî memur tayin etmeyi münasip görmüştü.
Nakibüleşraf hem Evlâd-ı Resûl’e, hem de ilmiye sınıfına mensuptu. Bu makama seyyid veya şerif olup da ayrıca halim, selim, müteverri ve müteşerri (verâ sahibi ve şeriata bağlı) kimselerden İstanbul kadısı veya kazasker emeklilerinden ömür boyu şartıyla tayin yapılırdı. Tayin, veziriazamın arzı üzerine padişah tarafından irade edilirdi.
Eline memur tayinlerinde adet olduğu üzere vazife ve mesuliyetlerini anlatan ve “nakiplik beratı” denilen resmî tayin vesikası verilirdi.
Osmanlı memleketlerindeki seyit ve şerifler bazen beyaz, bazen yeşil sarık sararken, 1596’dan itibaren hepsinin örfî denilen ve ulemaya mahsus kavuk üzerine yeşil sarık sarması münasip görülmüştü. Bu sarığa “emir sarık” denilirdi. Bir seyit veya şerif ancak şeyhülislam olursa yeşil sarığını çıkarır ve bu makama mahsus beyaz sarık sarardı.
Sâdâtın umumiyetle elinde nesebini ispat eden şer’î hüccet-i siyâdet (halk tabiriyle şecere) bulunmakla beraber kaybedenler Nakibüleşraf müracaatla seyitliğini ispat ederek senedin yenilenmesini isteyebilirdi. Bu hüccetlerin bir sureti Sâdât Defteri’ne kayıtlıdır. Defterler seleften halefe intikal ederdi. Seyitlik belgesinde hamdele, salvele ve Ehl-i Beyt’in faziletleri gibi klişe ifadelerden sonra bir zatın seyit olduğunu iddia ederek huzura geldiği anlatılır ve Peygamber’e kadar olan atalarının isimleri sayılırdı. Bu iddiaya şahit olan en az iki kişi zikredilir, bu sayı bazen daha fazla olabilirdi. Hüccetlerde sâdâttan olan şahitlerin tercih edildiği görülmektedir.
Cumhuriyet’ten sonra Nakibüleşraflık Kurumu da tarihe karışmıştır. Seyit Mustafa Aklıbaşında’nın Peygamber soyundan geldiğine şahitlik edip sonrada onaylayan Prof. 1400 Nakibüleşraf mı?
Elinde böyle bir belge veya yetki var mı?
Bilindiği gibi bu Kurum Cumhuriyetin ilanından sonra kaldırılmıştır.
Nazmi Nizami Sakallıoğlu Nakibüleşraf Mı?
Seyit Mustafa Aklıbaşında’nın kitabını yayına hazırladıktan sonra kitabın 161’ci sayfasın da aynen şunları yazmaktadır.
“Mevzu Şecerename hakkında 16 ağustos 1993/ 16 sefer 1414 Esseyit Hacı Mustafa Aklıbaşında. Yukarıda adı yazılı bulunan Seyit Mustafa Aklıbaşında’nın Silsile-i Nesebi’nin şecerede noksan kaldığı görülmüştür.
Cenabı Ehlibeyt nesli mürşidimin himmetleri ile işbu şecereye ilaveten beyan ederim ki, Seyit Mustafa Aklıbaşında’nın babası seyit Dursun’dur. Seyit Dursun’un babası seyit Mustafa’dır. Seyit Mustafa’nın babası seyit Mevali’dir. Seyit Mevali’nin babası seyit Derviş Musa’dır. Seyit Derviş Musa’nın babası seyit Derviş Nuri’dir. Seyit Derviş Nuri’nin bu eserin 15’ci sayfasında yazılı Derviş Mevali evlatlarından seyit Aliye Delale oğlu seyit Ali’nin sekizinci batında torunudur. Ki biz noksan olan ve eserdeki inkitalerden dolayı bazı parçaları kaybolan arada yazılmadığı için unutulan ve şecerenameyi böylece tamamlarken, bu eserin derleyicisi Seyit El Hac Mustafa Aklıbaşında’nın evladı resul nesli olduğuna şehadet ederiz. Bir hususu daha arz edelim ki süre gelen soy neslinde zincir halkaları olan zatlar asıl isimleri ile değil de, lakapları ile anılırlar. İşbu yazı tarafımızdan tanzim edilip doğruluğu ve seyit El Hac Mustafa Aklıbaşında Baba’nın Evladı Resul nesline mensup olduğunu tasdik ederim. Yüce Allah’ın şahitliği ve cenabı Muhammed Ali Ehlibeyttin şefaati üzerimize olsun. 16 Ağustos 1993 – 16 Sefer 1414 Pazartesi. Canab-ı Mürşidim Şerif B. Abdullah El Haşimi adına Nazmi Nizami Sakallıoğlu. Profesör 1400.”
Bu şahitliğini kimin adına yapıyor bu onayı hangi kurum adına veriyor olur şey değildir.
Nazmi Nizami Sakallıoğlu Dabbetül – Arz-I Mı?
Kitaplarında bu unvanını belirtikten sonra şunları yazmaktadır. “ Ama biz bir gerçeği haber verelim ki, artık bundan sonra böylesi yalancılar asla olmayacaktır. Zira insanlığı yalanları ile aldatanların gerçek yüzlerini yeryüzüne gönderilen takribi yetmiş kadar olan Dabbet’ü-l Arz’lar hemen ortaya çıkartacaklardı” yanlışlardan yakınıp doğruluğun adresi olarak kendini gösterdikten sonra sayılarının yetmiş kadar olduğunu ifade ediyor. Nedir bu “Dabbetül – Arz-ı,” öğrenmeye çalışalım.
Kuran’da sura üflenmesiyle birlikte dünyanın sonunun geleceğinden bahsedilmektedir. Bundan sonra başlayacak olan süreç “Kıyamet”, “Kıyam” yani ayakta durma fiilinden türediği için “Diriliş günü” olarak tanımlanır. “Kıyamet alametleri” dünyanın sonunun yaklaştığını gösteren bir takım işaretlere denir. Ancak bizim “Kıyamet Alameti” olarak bildiğimiz hususlardan birçoğu aslında Kuran’da hiç geçmeyen, ancak halk arasında yaygın olarak kullanılan bir takım hurafelerdir. Bu hurafelerden bazıları Mehdi’nin gelişi, Deccal’in gelişi ve İsa’nın gelişidir. Buna karşın Kuran’da Kıyamet alameti olduğu söylenen konular vardır. Bunlar ise “Yecuc-Mecuc” ve “Dabbe”dir.
“Yecuc Mecuc” ve “Dabbe” konularıyla ilgili bilgiyi ancak Muhammedi kitap olan Kuran’da verildiği kadarıyla bilebilmemiz mümkündür.
“Yecuc Mecuc” Müslümanların kutsal kitabı olan Kuran’da adı geçen ve belli bir bölgede bozgunculuk çıkaran kavmin adıdır. Yecuc Mecuc’ün durdurulması için Zulkarneyn’den yardım istenir. Zulkarneyn de bir set çekerek onları durdurur ve artık o setti aşıp gelemezler.
93-İki setin arasına kadar ulaştı, onların önünde hemen hemen hiçbir sözü kavramayan bir kavim buldu.
94-Dediler ki “Ey Zulkarneyn, Yecuc Mecuc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Onlarla bizim aramızda bir set inşa etmen için sana vergi verelim mi? ”
95-Dedi ki “Rabbimin beni içinde tuttuğu imkân ve güç daha üstündür. Siz bana bedensel güçle yardım edin de sizinle onlar arasında sapasağlam bir engel yapayım. ”
96-“Bana demir kütleleri getirin. İki ucu eşit düzeye gelince körükleyin. ” dedi. Onu ateş haline getirince “Bana erimiş bakır getirin dökeyim” dedi.
97-Artık onu ne aşabildiler ne de delebildiler.
98-Dedi ki “ Bu benim Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin vaadi gelince onu yerle bir eder. Ve Rabbimin vaadi haktır. ”18- Kehf Suresi
Ancak Kuran’da Kıyamet saati yaklaştığı zaman “Yecuc Mecuc” ün her tepeden akın edeceğinden de bahsedilir.
96-Yecuc ve Mecuc’un önü açıldığı zaman onlar her tepeden akın ederler. 97-Gerçek olan vaat yaklaşmıştır. İnkâr edenlerin gözleri birden donup kalmıştır. “ Vay başımıza! Biz bundan gafil bulunuyorduk. Hayır, biz zalimlerdik. ” 21-Enbiya Suresi
Yecuc Mecuc konusunda eldeki tek bilgi bu ayetlerden ibarettir. Bunun haricinde Yecuc Mecuc konusun da kimi hadis ve yorumlarda var.
İbni Abbas’ın Hadisinie göre “Yecuc Mecuc’ün Hz. Âdem’in rüyalanması sonucu toprağa akan spermlerden oluşmuş bir millet olduğu, Yecuc Mecuc’un toprağın altında bir karış boyunda bir millet olduğu kıyamete yakın yeryüzüne çıkacağı,”
İbni Ebi Hatem Şueyh’in hadisinde “Onlar üç sınıftır. Birinci sınıf büyük ağaç gibidir. İkinci sınıf dört arşın uzunluk ve dört arşın da genişliktedir. Üçüncü sınıf da kulaklarından birini yatak edip ikincisini yorgan yapıyorlar. ” şeklindekidir.
Bir başka hadise göre ise; Yecuc Mecuc’un Türkler olarak tarif edilmektedir.
“Dabbe” kelimesi mana olarak “debelenen şey” demektir. Bu hem insan hem de hayvanı kapsayacak şekilde yeryüzünde debelenen her çeşit canlıyı ifade edebilir. Nitekim Kuran’ın bu sözcüğü kullandığı yerlere bakıldığında da her çeşit canlının kastedilebileceği anlaşılır.
Örneğim Nur Suresi’nin 45. Ayeti’nde geçen “dabbe” kelimesi, “canlı” manasında kullanılmaktadır. 45- Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür… Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir. 24- Nur Suresi
Kıyamet alameti olarak tanımlanan “dabbetül arz” Kuran’da sadece Neml Suresi’ndeki tek bir ayette geçmektedir. O da şu şekildedir.
82- O söz başlarına geldiği zaman onlara yerden bir Dabbe çıkarırız. O da insanların bizim ayetlerimize kesin bir bilgiyle inanmadıklarını söyler. 27- Neml Suresi
Kimi hadislerde Dabbe, “başı öküz başı gibi, gözü domuz gözü gibi, kulağı filkulağı gibi, boynuzu keçiboynuzu gibi, boynu deve kuşunun boynu gibi, göğsü Aslan göğsü gibi, rengi kahverengi gibi, böğrü kedi böğrü gibi, kuyruğu koç kuyruğu gibi, ayakları deve ayağı gibi” şeklinde tarif edilirken,
Kimi hadislerde ise “başı gökte, kuyruğu kutupta, ayakları Arabistan yarımadasındadır” şeklinde ifade edilir.
Bazı İslam âlimleri ise Dabbe’nin ünlü bilim insanı Stephan Hawking olduğu iddiasını savunmuşlardır. Astrofizik alanındaki çalışmalarıyla ünlü bilim adamının sırf felçli olduğu için Kuran’da sözü edilen “dabbe” olduğu iddiasına karşılık, bundan 4-5 nesil sonrasında yaşayacak olan bir insana sorulduğunda o da kendi döneminde yaşamakta olan ve aynı zamanda bedensel engelleri olan bir bilim insanını “dabbe” olarak niteleyebilir.
Dolayısıyla Dabbe ve Yecuc Mecuc gibi bilinmeyen ve Kuran’da işaret edilen kıyamet alametleriyle ilgili böyle yorum yapmaktadır. Bunun yanında “Dabbe Stephan Hawking’tir” şeklindeki kesin ve direk izahlar yapmamak ayrıca dikkat edilmesi gereken bir husustur, çünkü Kuran ayetleri bu şekilde kesin bir bilgi vermemiş, bu sorunun cevabının ucunu açık bırakmıştır.
Ragıb-el-İsfehanî’ye göre “Dabbetül arz”, hayvan kabul edilen şerli, zararlı kimselerdir.
Bu görüşü benimseyenler, günün adamı Usame bin Ladin’i “dabbeh” ilân etmişlerdir.
Bazılarına göre de “dabbeh”; “casus” demektir.
Ali’ye göre “dabbeh”; “sakalı olan bir adamdır”.
Hamdi Yazır’a göre “dabbeh”; “tren, otobüs, uçak ve araba” olabilir.
Fethullah Gülen’e göre “dabbeh”; “AIDS hastalığına yol açan HIV virüsü” olabilir.
Said Nursî’ye göre “dabbeh”; “bit salgınıdır, çekirge, kurbağa istilasıdır.”
Yaşar Nuri Öztürk’e göre “dabbeh”; “S. W. Hawking” olabilir.
Hüseyin Hatemi’ye göre de “dabbeh”; “Yaşar Nuri Öztürk’ün kendisidir.”
İslam tarihinde Dabbe’tül Arz hakkında çok tartışmalar yaşanmış ve hiçbir zaman kesin bir hükme varılamamıştır. Fakat inanılan gerçek, kıyamete yakın Dabbe’tül Arz’ın mutlaka ortaya çıkacağı ve de dabbenin gerçekte ne olduğunun kesin olarak Kuran’ın Allah’ının bildiğidir.
Nazmi Nizami Sakallıoğlu bu tarifler içinde hangisine uymaktadır? O kendini Dabbetül – Arz-ı olarak tanımlar ve kimi yazılarının altına da bu imzayı kullanır!
Nazmi Nizami Sakallıoğlu Profesör Mü?
Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliği madde 18; Profesörlüğe yükseltilmek için aşağıdaki şartlar aranır:
a. Doçentlik unvanını aldıktan sonra en az beş yıl açık bulunan profesörlük kadrosu ile ilgili bilim alanında çalışmış olmak,
b. Kendi bilim alanında uluslararası düzeyde orijinal eserler vermiş olmak ve uygulama alanı bulunan dallarda uygulamaya yönelik çalışmaları bulunmak,
c. Bir profesörlük kadrosuna atanmak.
Prof. 1400 hangi üniversite mezunudur?
Doktorasını hangi konuda yazmıştır?
Doçentlik kariyeri var mı?
Doçentlik unvanını aldıktan sonra en az beş yıl açık bulunan profesörlük kadrosu ile ilgili bilim alanında çalışma yapmış mıdır?
Kendi bilim alanında uluslararası düzeyde orijinal eserler vermiş midir?
Uygulama alanı bulunan dallarda uygulamaya yönelik çalışmalar yapmış mıdır?
Bunlardan hiç birini yaptığını sanmıyorum. Yapmış olsaydı “Prof. Dr.” Diye yazması veya imzalaması gerekirken bu kişi sadece “Prof.” Kariyerini kullanmaktadır. Ayrıca Prof. Tanımlamasının ardına da 1400 rakamını eklemektedir. Neden Acaba? 1400 yıldır İslamiyet’in kabulü ile ilgili olabilir mi? İslamiyet’in temsilcisi anlamın da ve yetkinliğini donanımını ifade etmek için “Prof. 1400” imzasını kullanmaktadır. Ancak yazdığı kitaplar bilim alandın da kabul gören kitaplar değil. Bilimsel bir değeri olmadığı için eleştiriye de dayanıklı kitaplar değildir. Ancak ilkokulu bile okumayan yalnız kitap yazma özlemi içinde olan Seyit Mustafa Aklıbaşında 1920 doğumlu ve kitabını 1993 yılında yazdığına göre 73 yaşında Hüseyin Akmaz 1931 doğumlu kitabını 1997 de yazdığına göre 66 yaşında. Prof. 1400 imzası onlara çekici gelmiş olabilir mi? Bu iki can da adlarına düzenlenen kitaplar da ancak 3 veya 4 sayfa yazmışlar. Gerisini bu kişi yazmış. Bu iki yaşlı Kureyşanlı can hem yetkin olmadıkları bir alan da kitapları çıkmış olacak hem şecereleri ispatlanmış olacak! Az şey mi! Ha bu arada adam kendi keyfince o kitaplar da şiirler yazmış mektuplar yazmış kitapla ilgisi olmayan insanların yazılarını koymuş orası da çok önemsenmemiş bu canlar tarafından çünkü belki okuma yazmaları da yoktur. Okuma yazması olmadan Prof. Olmayan bir Profesöre kitap yazdırmak! Tabi bunun karşılığında bu kişiye ne kadar para ödendiğini bilmiyoruz. Ancak araştırıyoruz.
Nazmi Nizami Sakallıoğlu Ozan Mıdır?
“Amasyalı Fedai Baba Divanı” adlı kitaba yazdığı ön sözünde Sakarya da yaşadığını ve Tarihçi/ Araştırmacı/ Yazar olarak yazısının altına imza atmıştır. Onun dışında bu kişi ile ilgili bilgilere ulaşamadım. Her ne kadar kitaba yazdığı önsöz de “Bu eser, şayet tarihi eser olsaydı, birkaç tarihi gerçeklerden bahsederdik. Ancak Edebiyata örnek teşkil eden bir eser olduğu için bizim Edebiyat üzerinde kalem tutmamız, hacmimizi ve haddimizi aşar” diye yazsa da yayına hazırladığı çalışmalar da bolca şiirlerine yer vermektedir. Bu yanıyla da ozan olduğunu söylemeye çalışmaktadır.
Yayına hazırladığı “Ehlibeyt Nesli Seyit Mahmut Hayrani ve Evlatları” adlı kitapta 4 şiirine yer vermiş.
Sf. 23’de “Matem” adlı şiirini
Sf. 25’de “Zaman Bizleriz”
Sf. 26’da “Sözün Kısası”
Sf. 137’de “Ali Söyler Dillerimiz” 50 dörtlükten oluşan bir şiir.
Yine yayına hazırladığı “Seyit Mahmut Hayrani Evlatlarından Hüseyin Akmaz Evlatları” adlı kitapta ise;
Sf. 4. “Dost Gelir” adlı dörtlük.
Sf. 8. “Zaman Bizleriz”
Sf. 97. “Ali Söyler Dillerimiz” 50 dörtlükten oluşan bir şiir. Bu kitapta da bu şiirine yer vermiştir.
Yazdığı şiirlerde dili akıcı değil. Manzume olarak yazdıklarında didaktik dil kullanmış bir derinlik yok daha çok mesaj amaçlı yazmıştır. Ancak bunlar şiirden çok söz yığını. Kimi yazdıklarında ise anlam düşüklüğü kimilerinde ise uyak durak uyumu yok. Kafiyeler de ses uyumu yok. Teknik anlam da biçim ve içerik ölçü olarak alındığında bunlar şiir değildir.
BİBLİYOGRAFYA
Taberî, Tarih (Ebü’l-Fazl), IX, 266; Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultaniye: İslam’da Hilâfet ve Devlet Hukuku (trc. Ali Şafak), İstanbul 1976, s. 104-107;
Safedî, el-Vâfî, VII, 65-66; Mecdî, Şekāik Tercümesi, II-V, bk. İndeks; Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Zübde-i Vekāyiât (nşr. Abdülkadir Özcan), Ankara 1995, bk. İndeks; Ahmed Rifat, Osmanlı Toplumunda Sâdât-ı Kirâm ve Nakibüleşrâflar: Devhatü’n-nukabâ (haz. Hasan Yüksel – M. Fatih Köksal), Sivas 1998;
Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilâtı, s. 161-172; a.mlf., Mekke-i Mükerreme Emirleri, Ankara 1972, s. 4-12;
L. S. Schilcher, Families in Politics: Damascene Factions and Estates of the 18th and 19th Centuries, Stuttgart 1985, s. 109, 124-131, 194-211;
Mübahat S. Kütükoğlu, “Lütfi Paşa Âsafnâmesi”, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, s. 98;
M. Winter, Egyptian Society under Ottoman Rule: 1517-1798, London 1992, s. 185-195; a.mlf., “The Ashrāf and Niqābat al-Ashrāf in Egypt in Ottoman and Modern Times”, AAS, XIX (1985), s. 17-41; Walid al-Arid, XIX. Yüzyılda Cebel-i Nablus (doktora tezi, 1992), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 46-59;
Abdeljelil Temimi, Etudes sur les relations arabo-ottomanes et turques, Zaghouan 2000, s. 17-24;
Murat Sarıcık, “Osmanlı Devleti’nde Nakibüleşraflık Kurumu”, Türkler (Ankara 2002, X, 385-393;
Osmanlı İmparatorluğu’nda Nakîbü’l-Eşrâflık Müessesesi, Ankara 2003;
Zafer Erginli, “Osmanlı Devleti’nin İlk Resmî Nakîbül-Eşrafı Olan Bir Derviş: Seyyid Natta‘”, Gümüşlü’den Günümüze Osmanlı Kültüründe Bursa (haz. Hasan Basri Öcalan), İstanbul 2003, s. 138-148;
Hakan T. Karateke, Padişahım Çok Yaşa: Osmanlı Devletinin Son Yüzyılında Merasimler, İstanbul 2004, s. 33-34, 58-60, 79, 96, 224;
Rüya Kılıç, Osmanlıda Seyyidler ve Şerifler, İstanbul 2005, tür.yer.; Ali Emîrî, “Hâdim ve Hâfız-ı Emânât-ı Mübâreke …”, Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası, sy. 19, İstanbul 1335, s. 420 vd.;
M. Rosen, “The Naqīb al-Ashrāf Rebellion in Jerusalem and its Repercussions on the City’s Dhimmīs”, AAS, XVIII/3 (1985), s. 249-270; A. R. ‘Alāmarvedaštī, “L’origine della Niqābat al-Ašrāf nella storia dell’Islam”, OM, XVIII (1999), s. 297-322;
Bilgin Aydın, “Meşihat Arşivi’nde Muhafaza Edilen Nakibul-Eşraf Defterleri”, MÜTAD, sy. 10 (2001), s.
21-26; Pakalın, II, 647-648; A. Havemann, “Naḳīb al-As̲h̲rāf”, EI2 (İng.), VII, 926-927; C. van Arendonk – [W. A. Graham], “S̲h̲arīf”, a.e., IX, 333-334.
EMEĞİNE SAĞLIK CAN AŞK İLE