TARİHİ GERÇEKLERLE YÜZLEŞMEK (M. Kabadayı)
“Asimilasyona ve manipülasyona (hileyle yönlendirmeye) aynı anda maruz kalmış her toplum gerçekleri öğrenene kadar yalanları benimseyerek yaşar” DERVİŞ.
Padişah II. Mahmut, 1826 yılında Hace Bektaş Dergâhı (Hace; ilim sahibi, yol gösterici- rehber) ve tüm Alevi-Bektaşi Dergâhlarını kapatmıştı. Dergâhlar zaten kapalıydı denilerek; 30 Kasım 1925 tarihinde çıkartılan Tekke, Zaviye ve Türbelerin Seddine dair 677 Sayılı Kanun’la Hace Bektaş Dergâhı ve diğer Alevi-Bektaşi Dergâhları Gazi Mutafa Kemal tarafından kapatılmadı denilerek Alevi toplumu yıllarca manipüle edildi. Bu konuya ve Diyanet’in de kurulmasına dair diğer birkaç konuda yıllarca yapılan manipülasyonlara (hileyle yönlendirmelere) karşı nelerin yapıldığına dair kısaca bir değerlendirme (açıklama) yapmaya çalışacağım.
Evet, Padişah II. Mahmut, 1826 yılında Yeniçeri Ocağını bir fermanla resmen kaldırıyor, Yeniçeri kışlalarını topa tutturuyor ve 6 Bin Yeniçeri öldürülüyor. Yeniçerilerin bir kısmı da sürgün ediyor. Böylece Yeniçeri Ocağı tümüyle ortadan kaldırılıyor. 23 Cemazziülaher 1247 (11 Ocak 1827) tarihli bir Ferman’la “Anadolu’daki bütün Alevi-Bektaşi Dergâhlarının (Tekkelerinin), türbe mahalleri hariç bütün binalarının yıktırılmasını; “eşya, emlak ve diğer gelirlerine el konulmasını” emrediyor. Birçok Bektaşi tekkesi camiye dönüştürülerek Nakşibendi tarikatına mensup şeyhlerin idaresine bırakıyor. Hace Bektaş Postnişini Mehmet Hamdullah Çelebi’yi de Şey-hül-İslam Muhammed Tahir’in fetvasına dayanarak Amasya’ya sürgün ediyor. M. Hamdullah Çelebi, Amasya’da sürgünde olduğu sırada, 1846 yılında Hakk’a yürüyor ve orada toprağa sırlanıyor. M. Hamdullah Çelebi’nin devr-i kaim, mekânı gönüller olsun.
- Mahmut döneminde Hace Bektaş Dergâhına iki Nakşi Şeyh’i de atanıyor. Bu Şeyhlerden biri Yusuf Ziyaeddin bir diğeri de Müderris Mehmet Nuri’dir. 1834 yılında da Dergâh Avlusunun doğu köşesine de bir Cami inşa ediliyor, o Cami bugünde orada varlığını devam ettiriyor. Hace Bektaş Dergâhına atanan iki Nakşi Şeyhi yaklaşık 40 yıl kadar Dergâhta kalıyorlar. Bu süreç sonunda Ali Celalettin Çelebi’yi Dergâh’ta Postnişin olarak görüyoruz. Hace Bektaş Veli Dergâhında, 1869-70 yıllarında Padişah Abdül Aziz’in gönderdiği mimarlar tarafından, Postnişin Ali Celalettin Çelebi’nin nezaretinde onarım (tadilat) çalışmaları yapılıyor.
Feyzullah Çelebi’nin büyük kardeşi Ali Celalettin Çelebi’nin Hakk’a yürümesi üzerine, Padişah Abdü’l- Aziz, Feyzullah Çelebi’ye 1871 yılında Hace Bektaş Veli Dergâhına Meşihat ve Tevhilat (Mürşidlik) görevine atandığına dair bir berat veriyor. Padişah Abdü’l-Aziz’in, Dergâh’a Meşihat ve Tevhilat görevine atadığı Feyzullah Çelebi, Veliyettin Çelebi’nin küçük oğludur. Feyzullah Çelebi, Abdü’l-Aziz tarafından çıkartılan 1871 tarihli fermanla 40 yıllık bir aradan sonra, resmen Hace Bektaş Veli Dergâhına Postnişin oluyor. Feyzullah Çelebi 1878 yılında Hakk’â yürüyor, Hace Bektaş’ta Kırklar Meydanı’nda toprağa veriliyor. Devr-i kaim, mekânı gönüller olsun.
Daha sonra aynı nitelikte bir “Meşihat ve Tevhilat (Mürşidlik) Berat’ı Feyzullah Çelebi’nin oğlu Ahmet Cemalettin Çelebi’ye de veriliyor. Feyzullah Çelebi Şiir’de yazıyor! Feyzullah Çelebi Şiirlerinde, Feyzi, Feyziya, Feyzullah ve Seyyid Feyzullah mahlaslarını kullanıyor. Feyzullah Çelebi bir Şiir’inde şöyle diyor:
“Bugün yarın derken çok zaman geçti
Gidem dedim gidemedim yâre ben
Bu ayrılık dilde çok yara açtı
Hasret kaldım o gül yüzlü yâre ben
Verdi felek bana bin türlü elem
Geldi geçti ömrüm ah ile her dem
Bu dilde açılan yaraya merhem
Çok aradım bulamadım çare ben
Feyziya gönlümüz derdi elemde
Böyle takdir olmuş levh-i kalemde
Bir gonca gül için bezm-i âlemde
Düştüm bülbül gibi ah-u zara ben.”
Feyzullah Çelebi’nin iki oğlu vardır, Cemâlettin Çelebi (1862-1921) ve Veliyettin Çelebi (1867-1940)! Feyzullah Çelebi Hakk’a yürüdüğü sırada Cemâlettin Çelebi genç denecek yaştadır. Babasının Hakk’a yürümesinin ardından Cemâlettin Çelebi’ye 1905 yılında Hace Bektaş Veli Vakfı’nın mütevelliliği (yönetimi) veriliyor. Yani Hace Bektaş Veli Dergâhına Postnişin oluyor. Cemalettin Çelebi’nin Postnişin oluşundan 10 yıl sonra birinci dünya (emperyalist paylaşım) savaşı çıkıyor. Cemâlettin Çelebi topladığı bir gönüllüğü birliği ile doğu cephesinde savaşa katılıyor. “Mücahidin Alayı” adıyla anılan bu birlik Rusya’nın bütün cephelerde savaşa son vermesi üzerine geri dönüyor. Bu dönem Osmanlı’nın dağılış sürecidir. Osmanlı dâhilinde olan Balkan devletleri birer birer ayrılışlarını ilan ediyorlar.
23 Temmuz – 7 Ağustos 1919 tarihlerinde Erzurum, 4 – 11 Eylül 1919 tarihlerinde ise Sivas Kongresi gerçekleşiyor. Gazi Mustafa Kemal Paşa, Erzurum ve Sivas Kongrelerinden sonra Ankara’ya geçerken, Hacı Bektaş’a uğrayıp Cemâlettin Çelebi Efendi ile görüşme kararı alır. Alınan bu karar üzerine, arkadaşlarıyla birlikte Mucur’a gelirler, geceyi orada geçirirler. 23 Aralık 1919 tarihinde, Mucur Kaymakamı Vekili Nihat Bey’i de yanlarına alarak Hacı Bektaş’a gelirler. Cemâlettin Çelebi o sıralarda kalp yetersizliğinden dolayı çok hastadır. Cemâlettin Çelebi Efendi, çok hasta olmasına rağmen, Gazi M. Kemal Paşa ve arkadaşlarını büyük bir sevgi ve saygı ile karşılar.
Misafirhanesi devamlı açık olduğu halde, misafirlerini yani Gazi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını içten bir sevgiyle ve yürekten samimi bir duyguyla Hanesine misafir (mihman) edip ağırlar. Akşam yemeğini tüm konuklar bir arada yerler. Yemekten sonra, konuklar misafirhaneye geçer, sadece özel muhafızı (koruması) ile Gazi M. Kemal Paşa Cemâlettin Çelebi Efendi’nin evinde kalırlar. Cemâlettin Çelebi, hizmette bulunanlara kesin olarak içeri girmemelerini tembihlediği için, Gazi M. Kemal Paşa ile Cemâlettin Çelebi Efendi arasında geç vakitlere kadar süren konuşmanın konusu hiçbir kimse tarafından bilinmemektedir.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, Hacı Bektaş’ta bir gece kalır, ertesi gün Cemâlettin Çelebi Efendi, hastalığı sebebiyle fazla yürüyemediği için, Cemâlettin Çelebi’nin oğlu Hamdullah Çelebi ile beraber Hace Bektaş Veli’nin Türbesini ziyaret eder. Cemâlettin Çelebi Efendi ile vedalaştıktan sonra aynı gün Hacı Bektaş’tan ayrılır. Gazi M. Kemal Paşa niçin Hacı Bektaş’a gitti sorusuna kısaca bir cevap: dönemin konjonktürüne (toplu durumuna) uygun bir politik-siyasal ve sosyolojik akılla bu ziyareti gerçekleştirdi. Çünkü o da biliyordu ki “Alevilerin” desteği alınırsa işler kolaylaşacaktır. Nitekim de öyle de oldu, Dergâh nezdinde “Alevilerin” desteği alındı ve ilerleyen zamanda işleri kolaylaştı.
Gazi Mustafa Kemal “Büyük Nutuk”unda şöyle diyor: 02 Ocak 1920 günü cemiyetin merkez kurullarına ve Hace Bektaş’ta Çelebi Cemâlettin Efendi’ye, Mutki’de Hacı Musa Bey’e ayrıca bir bildirim yaptık. Bu bildirimizin içindekiler ve yazılış biçimi şöyledir: “Yolculuğumuz sırasında görüp incelediklerimiz bizlere, gerçek koruyucu Ulu Tanrı’nın yardımı ile meydana gelen ulusal birliğimizin dayanağı olan ulusal örgütün kök salmış, ulusun ve yurdun geleceğini kurtarmak için gerçekten güvenilir bir güç ve erk durumuna gelmiş olduğunu sevinçle gösterdi. Dış durum, bu ulusal dayanç ve birlik yüzünden, Erzurum ve Sivas Kongreleri ilkelerine göre ulusun ve yurdun yararına elverişli şekle girmiştir. Kutsal birliğimize, dayanç ve inancımıza güvenerek töreye uygun isteklerimizin elde edileceği güne değin hiç yılmadan çalışılması ve bu bildirimizin Köylere varıncaya dek bütün ulusa duyurulması rica olunur.”(…)
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Cemiyeti,
Temsilciler Kurulu Adına
Mustafa Kemal
Almanya’yla birlikte savaşa giren Osmanlı Devleti’nin I. Dün-ya Savaşı’nda yenilmesinden sonra Osmanlı’nın son bakiyesi olan Anadolu toprakları, İngiliz emperyalizminin desteği ile Fransa, İtalya ve Yunanistan tarafından işgal edilir. 16 Mart 1920 tarihinde de İngilizler tarafında İstanbul işgal edilir. İstanbul’un işgal edilmesiyle birlikte Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı 18 Mart 1920 tarihinde son kez toplanır ve çalışmalarına ara verir. Devamında Damat Ferit Paşa, 11 Nisan 1920 tarihinde Meclis-i Mebusan’ı fesheder ve bu tarihten itibaren Meclis-i Mebusan tamamen kapanır. Bu gelişmeler üzerine Gazi Mustafa Kemal Paşa, 21 Nisan 1920 tarihinde yayınladığı bir bildiri ile meclisin 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da toplanacağını duyurur.
23 Nisan 1920, Cuma günü Hacı Bayram Camii’nde kılınan Cuma namazının ardından kurbanlar kesil-dikten sonra dualar eşliğinde birinci Meclis açılır. Osmanlı Meclisinden yani İstanbul’da gelen 84 üye de bu toplantıya katılır. Gerçekleşen bu toplantıda meclise “Millet Meclisi” adı verilir (bir süre sonra bu Meclis’e, Türkiye Büyük Millet Meclisi adı verilecektir). Ertesi gün (24 Nisan) yapılan toplantıda Gazi Mustafa Kemal Paşa bu meclise başkan seçilir ve başkanının seçilmesiyle birlikte bu tarihten itibaren Anadolu’da yeni bir meclis ve hükümet ortaya çıkmış olur.
Millet Meclisinde 29 Nisan 1920 tarihinde “Hıyaneti Vataniye Kanunu” çıkartılır. 29 Nisan 1920 tarihinde çıkartılan yasayı uygulamak üzere 11 Eylül 1920 tarihinde özel mahkemeler olarak Millet Meclisi üyeleri arasından oluşturulan İstiklal Mahkemeleri kurulur. Bu süreçte Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası) çıkarılıncaya kadar Osmanlı Kanun-u Esasi’sine uyuluyor. Yeni Teşkilât-ı Esasîye Kanunu (Anayasası) yapılıyor ve Meclis, 20 Ocak 1921 tarihinde Teşkilât-ı Esasîye Kanununu (1921 Anaya-sasını) kabul ediyor. 1921 Anayasası, 23 madde ve bir ayrık maddeden oluşan kısa ve “çerçeve anayasa” niteliğinde, “demokratik” ve “çoğulcu” bir belge niteliğini taşıyor.
Ankara’da toplanan Millet Meclisinde (birinci meclis) Cemâlettin Çelebi Efendi de Mebus olarak görev alıyor. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi o Meclis’in meclis başkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’dır. Birinci başkan vekili ise Cemâlettin Çelebi Efendi’dir. Yoğun bir şekilde kalp yetmezliği nedeniyle hastalığının ağırlaşmasından dolayı Cemâlettin Çelebi’nin Meclis’e hiç gitmediği çeşitli kaynaklarda beyan ediliyor. Cemâlettin Çelebi Efendi’nin ömrü Cumhuriyet’in ilânını görmeye yetmiyor 1921 yılında 59 yaşında Hakk’a yürüyor, geleneğe uyularak Kırklar Meydanı’nda toprağa sırlanıyor. Devri kaim, mekânı gönüller olsun.
Cemâlettin Çelebi Hazretleri’nin Hakk’a yürümesi üzerine küçük kardeşi Veliyettin Çelebi (1867-1940) Postnişin ve Mütevellî oluyor. Veliyettin Çelebi’de Abisi Cemâlettin Çelebi gibi Cumhuriyet’in kuruluşuna bütün gücüyle sonuna kadar canla başla (maddi-manevi) destek oluyor. Veliyettin Çelebi Hazretleri, yukarıda örneğini verdiğimiz, Gazi M. Kemal’in gönderdiği bildiriyi örnek göstererek; “Ceddim Hace Bektaş Veli Hazretlerine samimi muhabbeti bulunan, bilcümle Muhibbân ve Hânedân tarafı hâlisanelerine” başlıklı bir Beyanname yayınlayarak Anadolu’da ki Alevilerden Cumhuriyet’in kuruluşuna destek ister.
Gazi M. Kemal Paşa’da bu beyannamenin yayınlanmasından dolayı Veliyettin Çelebi’ye bir teşekkür telgrafı gönderiyor. Telgrafın tam metni şöyledir: “Çelebi Veliyettin Efendi Hazretlerine, İrsal buyrulan beyannâme-i reşâdet-penâhileri suretini okudum, Feyz-i milli’nin inkişafına hadîm olacak teşebbüsat ve mesaiden geri kalmayan Zât-ı reşafet-penâhilerine taktim ihtiram eylerim. Mezkûr beyannamenin her tarafa neşir ve tavzîi hakkındaki iş’ara muntazırım. Saad-i mülk ve millete hizmeti kendilerine şiâr edinenler ind-i Allah’da me’cur ve ebediyen mes’ud olurlar efendim.”
Gazi Mustafa Kemal!
Bilindiği gibi bu süreçte Ankara Hükümeti’nin emriyle 6 Mart 1921 tarihinde başlatılan ve 17 Haziran 1921 tarihinde sonlandırılan Koçgiri de Kürt-Alevi katliamı yapılıyor. Bu katliamda Gazi M. Kemal Paşa’nın emriyle, Sakallı Nurettin Paşa Merkez Ordu Komutanı olarak, çete lideri Topal Osman’da çeteleriyle yer alıyor. Sakallı Nurettin Paşa ve Topal Osman, Koçgiri’de kirli savaş metotlarını uygulayarak ve sınır tanımayan bir şiddet uygulayarak insanlık tarihinin en korkunç zulüm ve yağmalarından birini gerçekleştirir. Resmi verilere göre bu katliamda 1000`in üzerinde Koçgirili katledilmiş, birçok insan yerinden yurdundan edilmiş, en az 132 köy yakılmış-yıkılmıştır. 1921 meclis (birinci meclis) tutanaklarına (zabıtlarına) bakılırsa bu katliamda ortaya konulan kıyım ve talan açık bir şekilde görülecektir.
Birtakım süreçlerden geçildikten sonra Birinci Millet Meclisi, 1 Nisan 1923 tarihinde seçim kararı alıyor ve 15 Nisan 1923 tarihinde son oturumunu yapıyor. 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan şehrinde, taraf devletlerle yapılan müzakere süreçlerinden sonra, Lozan antlaşması imzalanıp Cumhuriyeti’n ilanının temelleri atılıyor. 29 Ekim 1923 tarihinde de Millet Meclisi’nde (İkinci Meclis’te) Teşkilâtı Esasiye Kanununun devletin şekliyle ilgili maddesinde: “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir” ibaresinin yer aldığı tasarı üzerinde konuşmalar yapılıyor. Tartışmalı bir şekilde geçen bu oturumdan sonra “yaşasın cumhuriyet” sesleriyle birlikte, alkışlarla Cumhuriyet ilan ediliyor.
Bu süreçte üretilen politikaların temel ana hatlarını belirleyen tartışmasız Gazi Mustafa Kemal’dir. Cumhuriyet’in ilanı ile beraber “bu irade”, tekçilik üzerine yoğunlaşıyor ve bu konuda politikalar üretiyor. Üretilen politikaların sonucunda “o dönemin şartlarına göre” kısmen de olsa “demokratik, çoğulcu” bir yapıyı öngören 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu (Anayasası) yürürlükten (3 yıl sonra) kaldırılıyor. Kaldırılan 1921 Teşkilât-ı Esasîye’nin (Anayasası’nın) yerine tekçilik ve inkârcılık üzerine inşa edilen Teşkilât-ı Esasîye Kanunu (1924 Anayasa’sı) 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilip yürürlüğe konuluyor ve ortak anlayışa dayanan tüm kazanımları ortadan kaldırıyor.
Tekçi akıl 1924’ten başlayarak, 1924 Anayasa’sının da özüne uygun olarak inkâr politikalarına hız verir ve asimilasyonu bir devlet politikası haline dönüştürür. Bu kapsamda Cumhuriyet devrimleri adıyla peş peşe kanunlar çıkartılır. Açıkçası 1924 Anayasası ile inançsal olarak Aleviler, etnik olarak ta Kürtler inkâr edilip yok sayıldılar. İnkâr edilip yok sayılmakla da kalmadılar, asimilasyon politikalarıyla karşı karşıya kaldılar. İnkâr edilmeye, yok sayılmaya ve asimilasyona itiraz edip karşı çıktıkları zaman da akıl almaz şekilde suçlandılar. Zilan, Dersim vb. katliamlarla ve sürgünlerle karşı karşıya kaldılar. Değerli okuyucular, 1924 yılından başlayıp günümüze kadar çıkartılan yasalara ve kanunlara bakarsanız ve dönemin devlet yetkililerinin (idarecilerinin) açıklamalarına (söylediklerine) bakarsanız bütün bunları açık bir şekilde görürsünüz.
1924 yılında Türkiye’nin toplumsal yapısı sadece “İslam Dini’ni” ve onun tek mezhebini (“Sünni-Hanefi”) kabul eden yurttaşlardan oluştuğu var sayılarak, diğer din ve inançlara (öğretilere) mensup yurttaşlar yok sayılıyor. Bu anlayışla “tek din, tek millet” denilerek, tek dinin (İslam) inşası için çeşitli baskı ve yasak unsurunu içeren yasalar çıkartılıyor. Çıkartılan bu yasalarla Türkiye Cumhuriyeti Devleti ‘tekçilik esasları’ üzerine inşa ediliyor. Bu inşa sürecinde “demokratik, laik, ilerici, çağdaş vb.” sıfatlarla tanımlanan ‘yeni rejim’, Gazi Mustafa Kemal’in emriyle, 3 Mart 1924 tarihinde 429 Sayılı Kanunla, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığına bağlı ve Başbakanlık bütçesine dâhil bir kurum olarak yani “devlet’in bir dini kurumu” olarak Diyanet İşleri Reisliği, bugünkü adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) kuruluyor. Diyanet’in kurulmasıyla birlikte ülke açık bir şekilde tek dinin (İslam) merkezi haline getiriliyor. Tek merkez haline getirilen “dinin ve mezhebin” dışında kalan başta Alevilik olmak üzere diğer tüm din ve inançlar yok sayılıp inkâr ediliyor.
Başlangıçtan beri tek tipleşme çalışması içine girmiş olan kurucu irade, Diyanet’le yetinmiyor! Çok kısa bir süre sonra 18 Mart 1924 tarihinde 442 Sayılı Köy Kanunu çıkartıyor. 7 Nisan 1924 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 442 Sayılı “Köy Kanunu” 10 fasıl halinde ve 97 madde-den oluşmaktadır. Bu kanundaki tekçilik vurgusunu görmek için sadece ikinci maddeye bakmak yeterli olacaktır kanaatin-deyim. 442 Sayılı Köy Kanunu Madde 02 – “Cami, mektep, otlak, yaylak, baltalık gibi ortak malları bulunan ve toplu ve-ya dağınık evlerde oturan insanlar bağ ve bahçe ve tarlalarıyla birlikte bir köy teşkil ederler” deniliyor. Bu kanunun ikinci maddesinde de görüldüğü gibi “tek dine (İslam) dayalı” bir yorumda bulunularak yani merkez haline getirilen dinin (İslam) dışında kalan Alevilik ve diğer İslam olmayan dinler “Köy Tüzel Kişiliği” hukuk tanımından çıkartılıp yok sayılıyor. Yine bu kanunun köyde yapılacak mecburi işler bölümünün 14. bendinde köyde bir mescit yapılmalıdır deniliyor. Yıllarca köy kanunundaki bu maddelere dayanılarak, kimi Alevi köylerine Cami’ler yapıldığı da inkâr edilemez bir gerçekliktir.
Çıkartılan Diyanet ve Köy Kanunun devamında Cumhuriyet projesine koşullu destek veren Alevilerin Tekkeleri ve Dergâhlarını yasaklayan 677 Sayılı Kanun çıkartılır. 30 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan 677 Sayılı Kanunla sadece Alevi-Bektaşi Dergâhları yasaklanıp kapatılmadı. Alevi-Bektaşi Yol önderlerinin mürşidlik, dedelik, çelebilik ve babalık gibi unvanları, falcılar, üfürükçüler ve muskacılarla aynı sepetin içine konulup yasaklandı. 1925’lerden itibaren asimilasyonu bir devlet politikası haline dönüştüren tekçi akıl tarafından Aleviler baskı altına alınır, sindirilir, Cemleri basılır ve Cem yürüten Pir’leri (Dede’leri) tutuklanır.
Resmi devlet tarihi tezlerinin etkisinde kalan kimileri ve remi tarih savunucuları Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları Hace Bektaş Dergâhını kapatıp yasaklamadı zaten Dergâh yasaklı ve kapalıydı diyerek, toplumu yıllarca manipüle ettiler. Zira bu kocaman bir yalandı. Çünkü 1924 yılına kadar Hace Bektaş Dergâhında Veliyettin Çelebi Hazretleri Postnişin olarak oturuyordu. Veliyettin Çelebi Hazretleri, Tekke, Zaviye ve Türbelerin seddine ve türbedarlıklar ile bir takım unvanların men (yasak) ve ilgasına dair 30 teşrinisani 1341 (30 Kasım 1925) tarih ve 677 Sayılı Kanunun yürürlüğe girmesine kadar Hace Bektaş Dergâhında Postnişin’dir. Yukarıda örneklerini verdiğimiz Ferman, Berat, Bildiri ve Telgraflarda da anlaşılacağı üzere, Padişah II. Mahmut’un yasak kararı sonrası Hace Bektaş Dergâhında kısa bir süre Nakşi Şeyhleri kalıyor.
Devamında Dergâh, Padişah Abdül-Aziz tarafından onarılıyor ve gerçek sahiplerine yani Çelebilere devrediliyor. Aynı zamanda bu dönemde Hace Bektaş Veli Dergâhına ait bir Vakıf var. Cihat Nizamnâmesi ve ilgili Berat hükümleri uyarınca Vakıf gelirinden Hace Bektaş Veli evlatlarına yani Çelebilere hisse verilmesi işlemi bu tarihe kadar sürüyor. 677 Sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihe kadar Hace Bektaş Dergâhı’nın Postnişin’liğini yapan Veliyettin Çelebi, birikmiş Vakıf hisselerinin tümü olan 10.000 lirayı (yaklaşık On Bin Altın) 1926 yılında Tayyare Cemiyetine yani Türk Hava Kurumuna bağışlıyor. Veliyettin Çelebi 31 Mayıs 1940 yılında Hakk’a yürüyor, geleneklerimize göre Çilehâne de toprağa sırlanıyor. Devr-i kaim, mekânı gönüller olsun.
Bundan iki yıl sonra, 23 Mayıs 1928 tarih ve 432 sayılı Hey’eti Umumiye kararı ile “Mütevellilikleri Şeyh ve Zaviyedarlara meşrut bazı Vakıflar Tevliyetinin mürtefi (yok olmak) olduğu” yasal hükme bağlanıyor. 05 Haziran 1935 tarih ve 2762 sayılı yasa ile “Mütevelliliği vakfedenlerin Feri’lerinden başkalarına şart edilmiş vakıfların yönetimi, Vakıflar Genel Müdürlüğüne devrediliyor ve sözü edilen Genel Müdürlük Vakıf emlâk ve araziyi satarak paraya çeviriyor.” Bütün bu olup biteni açık bir şekilde anlatmak ister isek, Vakıflar Genel Müdürlüğü Hace Bektaş Vakfına ait mal ve mülklere el koyup satıyor. Hace Bektaş Dergâhının yanı sıra diğer Alevi Bektaşi (Şahkulu, Karaca Ahmet, Eyrikli Baba ve Sivas Ali Baba Sultan vb.) Dergâhlarına da el konulup yasaklanıyor.
Vakıflar Genel Müdürlüğü, 1960’lı yıllarda Dergâhı Kültür Bakanlığı bünyesine veriyor ve 16 Ağustos 1964 yılında Dergâh müze olarak açılıyor. 1925’te yasaklanan Dergâha bu tarihten itibaren biletle girildi. Yani son birkaç yıla kadar Aleviler kendi inanç merkezlerine bilet alarak girdiler. Kimi Alevi Kurumları yıllardır 15-16 Ağustos tarihlerinde ‘Hace Bektaş Anmaları’ adı altında törenler yapıyorlar. 16 Ağustos tarihi Hace Bektaş Dergâhının müze olarak açıldığı tarihtir. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir inanç (öğreti) mensubu, kendi inanç merkezi (Dergah’ı) önce yasaklanıp-kapatıldı ve sonradan da Kültür Bakanlığına devredilip Müze oldu diye tören yapmaz… Günümüzde de Tekke, Zaviyelerin seddine ve türbedarlıklar ile birtakım unvanların men (yasak) ve ilgasına dair 677 Sayılı Kanun yürürlükte olduğu için Dergâhlar yasaklı durumdadır. Hace Bektaş Dergâh’ı da halen Kültür bakanlığına bağlı olarak Müze statüsündedir…
Sonuç: Her şeyden önce “Aleviler-Bektaşiler” topyekûn olarak, temelleri 1920’li yılların başlarında atılan tekçi-inkârcı ve asimilasyoncu devlet aklını iyi tanımak zorundadır. Ve yine aynı zamanda “Aleviler-Bektaşiler”, tekçi-inkârcı ve asimilasyoncu resmî ideolojinin kendilerine öğrettikleriyle yani resmi devlet tarih tezleri ile yüzleşmek ve bir bütün olarak bunları mantık süzgecinden geçirmek zorundadırlar. Zira tarihi gerçeklerle yüzleşemedikçe yeniyi oluşturmak ve hakikate ulaşmak mümkün değildir. Sevgiyle. Aşk ile.
KAYNAKLAR:
1-16 Ramazan 1288 (1871) Tarihli Ferman.
2- Rebiulevvel 1320 (1903) Tarihli Berat.
3- A. Celalettin Ulusoy, Pir Dergâhından Nefesler, sf.75.
4- 18 Sefer 1322 (M. 1905) Tarihli Ferman.
5- Atatürk, Nutuk sayfa. 241.
6- A. Celalettin Ulusoy, Alevi-Bektaşi Yolu, Hacı Bektaş-1980.
7- Yenigün, 25 Nisan 1339 Tarihli Nüsha.
8- Mehmet Kabadayı, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Kitle Katliamları, Vesta Yayınları- Birinci baskı, 2015.
EKLER:
Pir Hünkâr Hâce Bektaş Veli Dergâhı- II. Avlu. (Hacı Bektaş (Suluca karahöyük)/Nevşehir) Tekke, Zaviye ve Türbelerin Seddine ve Türbedarlıkla bir takım unvanların men ve ilgasına (kapatılmasına) dair 677 Sayılı Kanunla başta Pir Hünkâr Hâce Bektaş Veli Dergâhı olmak üzere Alevi birçok dergâhı kapatılır. Alevi-Bektaşi’lere ait mürşidlik, dedelik, babalık ve çelebilik gibi unvanlar ve de Alevi inancı (öğretisi) yok sayılıp yasaklanır…
Bu yasakla birlikte Alevilere inanç olarak “Müslümanlık-Sünnilik-Hanefilik”; ibadet yeri olarak da Cami adres gösterilerek Kızılbaş-Alevi-Bektaşi inancı (öğretisi) ortadan kaldırmak istenir. Ardından Dergâh Vakıflar Genel Müdürlüğüne devredilir. 16 Ağustos 1964’te müze olarak ziyarete açılır. Bu tarihten sonra Kızılbaş-Alevi-Bektaşi’ler kendi inanç (öğreti) merkezlerine bilet alarak girmek zorunda bırakılırlar.
“Yol oğlu yoldadır, yoldaş içinde
Nesne hâsıl olmaz kallâş içinde
Hakk’ı gören görmüş az yaş içinde
Altmış yetmiş seksen yüzünen değil.” Feyzullah Çelebi (Feyziya)
::::::::
Mehmet Kabadayı

