Öğreti Olarak Alevilik

11025205_464069630408098_6486476145867399729_n

Öğreti Olarak Alevilik

Alevi öğretisi, dört öğe, dört nitelik üzerine yapılanan, “atomculuğun” yeni bir yorumu biçiminde algılanan ve kendini tasavvuf zemininde “ruh tasarımı” olarak dışa vuran bir öğretidir.

Alevilikte doğasal çevrim, “varlığa geliş” ve “varlıktaki değişim-dönüşüm”le açıklanır. Tasarım gereği, “nesneye yönelme”, felsefenin temel eğilimi durumundadır. Nesne, ister düşünce evreninde olsun, isterse duyulur evrende bulunsun, bilgiye kaynak oluşturan ve belli nitelikler taşıyan bir “varlık”tır.

Temel düzeyde ele alındığında varlık, “dört öğeden”, yani su, hava, ateş ve topraktan oluşur; bu dört öğe önsüz-sonsuzdur; bu dört öğenin çeşitli oranlarda bir araya gelmesinden ve bu anda dört öğe’nin “yapımına” giren niceliklerin karşılıklı yer değiştirmesi ile “görünüşteki” varlıklar belirir.

Algıyla kavradığımız nesnelerin, kendileri başka bir şeye indirgenemeyen, var edilemeyen ve yok edilemeyen dört temel öğenin çeşitli oranlarda bir araya gelmesiyle oluşması, “varlığa gelen” nesnenin yoktan varedilemediğini kanıtlar; onun varlığa gelmesi, doğması bir bileşim iken; yok olması ise bir ayrışmadan başka bir şey olmayacaktır.

Alevilikteki bu tasarım felsefeden yola çıkar, giderek bir kuram durumuna dönüşür. Şöyle bir soru yöneltilebilir: Alevilik ciddi kuramsal bir öğreti midir? Yoksa akıl dışı, sorgulama dışı bir kurgu mudur?

Bunu anlayabilmek için doğa bilimlerinin ve Aleviliğin “bilgi üretimini” nasıl yaptığına bakalım: Doğa bilimlerinde doğal görüngüler, bir “atom içi” süreçler kuramı çerçevesinde açıklanır.

Sözgelimi; elektronların atom çekirdekleriyle ilişkisi, Güneş çevresinde dönen gezegenler örneğindeki gibidir. Alevilikte ise doğal görüngüler, doğaya dirilik veren “can” çerçevesinde açıklanır. Bu “can”, ruh olarak algılanır. Buradan şöylesi bir sonuca ulaşabiliriz: Alevilikteki “ruh tasarımı” ile doğa bilimlerindeki “atom tasarımı” arasında “yapısal” bir benzerlik bulunmalı ki “bilgi üretimleri” benzer olsun.

Alevilikte “ilk akıl” (akl-ı evvel), kendisini “evrensel ruh” biçiminde dışa vurur. Bu bağlamda ilk akıl, varlığın oluşturucu özüdür; bütün hareketlerin, hareket başlığı altında toplanan bütün olayların; ayrışmanın, birleşmenin, türlenmenin ve düşünmenin başlıca kaynağı ilk akıldır. Bu nitelikleri nedeniyle ilk akıl, “diriliği” olan, etkili, üstün nitelikli, yaşatıcı-geliştirici bir “erk”tir, ya da “erk” biçiminde “görünüşe çıkan” harekettir. Demek ki “ilk akıl” soyut değil somuttur, yani maddeseldir.

Ancak onun maddesi, bizim duyu organlarımızla algılama sınırlarımızın üstünde olduğu için sonuçları dışında kendisini algılayamayız. İlk aklın somutluğu, özellikle vahdet-i mevcut anlayışında açıkça gözlenir: Çünkü, vahdet-i mevcut’ta ilk akıl, kutsal gerekçesini, kendisine verilen bilgilerin ya da kendisinde varolan “gizil” güçlerin görünüşe çıkmasında, yani nesnelleşmesinde bulur.

Tanrısal akıl gibi gözüken “ilk akıl” nesnelleşince insan aklına, daha doğrusu soyut insanın “toplumsal aklına” dönüşüverir.

Anlaşılacağı gibi Aleviliğin ruh tasarımında “maddeci” bir yan vardır: Maddesel, yani somut olduğu için ruh ya da ruhsal varlıklar da tıpkı gördüğümüz ve duyu organlarıyla algıladığımız nesneler gibidir. Bizim görmüyor ya da duyu organlarıyla algılayamıyor olmamız, ruhun maddeselliğini ortadan kaldırmaz. Ürettiği sonuçlarla biz onu somut olarak algılarız. Demek ki ruh da herhangi bir nesne gibi atomlardan kuruludur: Atomlardan kurulu bir “bütün”dür demek daha doğru.”Dirilik” denilen şey ruhu oluşturan atomların birleşmesinden oluşur; “ölüm” ise bu atomların dağılması-ayrışması anlamına gelir. Bu nedenle “dirilik” bir birleşme, “ölüm” ise bir “çözülme”dir.

Anadolu Aleviliğinin ruh tasarımı, “varlık”tan esin alan ancak akıl yürütme yoluyla “kurgulanan” düşsel tasarımın “mistik maya” olarak kullanıldığı bir “maddeci” tasarımdır. Bu tasarımda “birey”, “toplum” ve “doğa” gibi somut kimlikler, doğasal ve toplumsal nesnel gelişim sürecinin bir parçası olarak açıklanır. “Ben”, ”Tanrı”, “Hak” gibi soyut kimlikler, görünmeyen ancak görünen nesneleri kuran atomlardan kurulu “nesnelerin” nesnelleşmesiyle/doğalaşmasıyla açıklanır.

Demek ki doğa bilimlerinin “bilgi üretim süreci” ile bir “felsefi din”, bir “bilgelik öğretisi” olan Aleviliğin “bilgi üretimi” arasında “tasavvufi” kutsanmışlığına karşın, onu bilimsel bir kuram durumuna yükselten bir “koşutluk” bulunmaktadır.

Bu koşutluk gereği Aleviler-Bektaşiler, metafiziğin tersine:

1.- Doğayı; nesne ve olayların rastlantısal bir yığını olarak değil, birbirine organik olarak bağlı ve bağımlı nesne ve olayların bir bütünü olarak görür.

2.- Doğanın; hareketsizlik ve değişmezlik içinde değil, her an değişip yenileşen ve gelişen bir süreç içinde olduğunu ileri sürer.

3.- Gelişme sürecinin; basit bir büyüme süreci olmadığını, niceliksel değişmelerden niteliksel değişmelere sıçramalarla geçen bir süreç olduğunu savunur.

4.- Gelişmenin; alttan üste doğru sarmal bir gelişim izleyerek gerçekleştiğini, nesne ve olayların içindeki çelişmelerden doğduğunu savlar.

Diğer yandan idealizmin tersine:

1.- Maddenin bilinçten önceliğini ve bağımsızlığını, hareket eden olayların hareket eden maddenin farklı biçimleri olduğunu, olayların ve nesnelerin bağlılıklarıyla bağımlılıklarının maddenin gelişme yasası gereği olduğunu, evrensel gelişmenin bu yasaya göre oluştuğunu ileri sürer.

2.-Evrenin ve yasalarının bilinebileceğini, bilgi sürecinin evrensel yaşamla birlikte pratikle doğrulanarak sonsuza değin gelişeceğini belirtir.

Anadolu Aleviliğinin inanç ya da tasavvufi yanının “doğurgan tarlası” idealist düşünceciliğin “düşüncede görme” tasarımı ilk esin kaynağını, düşünce tarihinde derin etkisi olan İlkçağ’ın ünlü filozofu, Elea Okulu’nun kurucusu Parmenides‘in (İ.Ö.540?) görüşlerinden alır: Parmenides, algıyla bildiğimiz dünyayı aldatıcı bulur. Buna karşılık; akılla anlaşılan, akılsallık sınırları içinde kalan her düşüncenin, algıladığımız dünyanın olgularına hiç uymasa da doğruya daha yakındır, yargısını ileri sürer Gerçekliğin, algılanan dünyanın dışındaki bir varlık alanı olduğu savı, O’nun temel savıdır. İnsanların sıradan deneyimleri, algıları ile ulaştıkları inançları yalnızca sanı ve görünüştür.
Oysa bu doğruluğu vermez; doğruluğa ancak akılla ulaşılabilir. Çünkü, der Parmenides, “Varolan ve düşünülen aynı şeydir… varolmayanı düşünmek, hiçbir şey düşünmemektir.” Görüldüğü gibi Parmenides’te, hakkında düşünce yürütebildiğimiz her şey varlıktır. Algıyla kavrananların varlıkları anlamında varlık taşımasalar bile, bundan daha “gerçek” bir anlamda vardır, onlar.

Gelelim materyalist tasarıma: “varlığa geliş” ve “varlıktaki değişim-dönüşüm” kapsamında nesnel tasarım kaynağını Anadolu İlkçağı’nın büyük bilgesi Empedokles’in (İ.Ö.492-432) “dört öğe öğretisi”nden alır. Algıyla kavradığımız nesneler, kendileri başka bir şeye indirgenemeyen dört temel öğenin (hava, su ,toprak ve ateş) çeşitli oranlarda bir araya gelmesiyle oluşur.

Bu iki tasarımın “idealist-düşünceci” ayağı Parmenides düşünceciliğinin izini sürerek Platon’un “idealar tasarımı”na; Aristoteles’in (İ.Ö.384-322) “potansiyellik tasarımı”na; oradan Plotinos’un (205-270) “ışık tasarımı”na uzanır. İslam dünyasına yayılarak “vahdet-i vücutçu” bir tasavvuf anlayışına evrilir; Ortodoks İslama “dinsel felsefe” açılımları getirir; süreç içinde Irak, İran ve Horasan’a kadar gider.

Tasarımın “maddeci düşüncecilik” ayağı, Empedokles’in “dört öğe öğretisi”nin izini sürerek Demokritos’un (İ.Ö.460-370) “atomculuğuna”; Platon’un “kopya-gölge kuramı”na ve Aristoteles’in “aktüelliğine” uzanır. Daha sonra İslam dünyasına yayılarak “vahdet-i mevcutçu” tasavvuf anlayışıyla Ortodoks İslamın doğasına başkaldıran bir “materyalist açılım” getirir. Süreç içinde bu anlayış da Irak, İran ve Horasan topraklarına ulaşır.

Bu topraklarda her iki tasarım Asya’dan gelen “sezgici-doğacı” değerlerle beslenir ve Anadolu’ya taşınır. Anadolu’da “maddeci düşüncecilik” temelinde “vahdet-i mevcut” anlayışında bir felsefe olarak yapılanırken, “inanç” yanını “idealist düşüncecilik” doldurur. Sonuçta temel tasarım “vahdet-i mevcut” yolunu izler; “vahdet-i vücut” anlayışını edilgenleştirir; giderek “dinsel felsefe”nin sınırlarını aşar ve bir “felsefi din”, bir “bilgelik öğretisi” olarak yaşama geçer.

Görüldüğü gibi Alevilik, idealist düşüncecilik-maddeci düşüncecilik bileşimi bir felsefe-öğretidir. Bu felsefede, öğretide, maddeci düşüncecilik, yani materyalizm egemen, idealist düşüncecilik, yani idealizm tamamlayıcı ve kutsayıcıdır. Bu nedenle Alevilik-Bektaşilikte amaç akıl insanı olmaktır.

Esat Korkmaz

Anâsırdan bir libasa büründüm
Nar’ü, hâk’ü, bâd’ü, ab’dan göründüm
Hayr-ul beşer ile dünyaya geldim
Âdem ile bile bir yaş idim ben

Anâsır: ögeler: (nar, hâk, bâd ve ab) 4 öge, unsur, element.
1 Nar: ateş
2 Hâk: toprak
3 Bâd: hava
4 Ab: su

Libas: giysi
Hayr-ul beşer: (Hayr: hayırlı – Beşer: insan, insanlık) İnsanların en hayırlısı.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*


Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.