Din ve Felsefe Açısından Kızılbaşlık -8-

Hz. HÜSEYİN ve KIZILBAŞLAR ARASINDA GELİŞEN DİYALOG
M.S. 610 yılından itibaren İslamiyet Orta Doğu’da önemli bir hâkimiyet sağlamışken, 632 yılına gelindiğinde Hz. Muhammed’in ölümüyle, İslam’ın temsiliyeti konusunda çekişme ve çatışmalar başlamış oldu. Bu çekişmeler genellikle Haşimi İslam Araplar ile Emevi İslam Araplar arasında İslam Halifeliğine (Başkanlık) kimin geçeceği meselesidir. Bu dini görünen olay aslında aşiret, sülale, siyasal ve ekonomik bir kavgadır. Sürekli mezhepsel çatışma gibi gösterilmesi Arap toplumun tarihinden gelen cambaz politikalarından kaynaklanan oyun olup, ekonomik çıkar kavgalarının üzerini kapatmaktan başka bir şey değildir. Onun için mezhepsel ifadeler yaşanan olayları tam olarak yansıtmamaktadır.
Hz. Muhammed, Hz. Ali ve akrabaları Haşimi Arap sülalesinin önde gelenleridir. Aşiretlerinin adı Haşimiler olarak tarihe geçmiştir. Sünni Müslüman Arapların aşiretinin adı ise Emevilerdir. Bunlar Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Muaviye’nin akraba ve destekleyicileridirler. Eskiden beri Araplarda sülale, aşiret, kabile savaşı hep vardı ve hâlâ devam ediyor. Daha sonra Şiilik ve Sünnilik olarak bilinen mezhepsel çatışmalar, sanki Arap toplumunda aşiret ve kabile kavgalarının bitip, bunun yerine daha ileri ve kutsal bir düşünce almış mantığını uyandırılmaya çalışılmıştır. Hâlbuki mezhep adıyla yaşatılan çatışma ve kavgalar, eski kabile savaşlarından daha acımasız ve daha insanlık dışı bir şekilde devam ediyor. Bunun özeti ise kısaca şöyledir.
Her toplumda kabile ve aşiret çatışması yaşanmıştır ve hâlâ bazı toplumlarda devam ettiğini görüyoruz. Aşiret ve kabile çatışmaları daha çok toprak ve egemenlik sağlamak amacıyla ortaya çıkan siyasal ve ekonomiden kaynaklanır. Bu toplumsal duygudaki insanların düşüncelerinde temel mantık ekonomiye dayalı maddi değerlere sahip olmak için silahlanıp, diğerlerinden üstün olarak hâkimiyet sağlamaktır. Araplardaki mezhepsel çatışmalardaki temel duygu ekonomik ve siyasal hâkimiyet olmasına rağmen, buna dini ve mezhepsel kutsallık yüklemeleri politik çıkarlarına yücelik atfedip, köle olarak topladıkları insanları daha kolayca savaştırmak içindir.
Diğer taraftan her yaptıklarını kutsal ve yüce Allah için bir hizmet gibi gösterip insanları bu kutsallığın içerisine çekerek egemenliklerini kalıcı kılmaktan başka bir anlama gelmiyor. Dinlerin temel amacında toplumun duygularına derin bir dini yücelik yüklenmesi yoluyla ve hiçbir koşulda ödün vermeden hatta liberalliği dahi kabul etmeden radikal şekilde çatıştırmak tek hedeftir. Yücelik ya da kutsallık bir bilince yerleştirildiğinde, o insanın canını seve seve feda ettiği psikolojisini bilen din bezirgânları, mezhepler adıyla insanları körü körüne ölüme giden savaş makinelerine dönüştürmüşlerdir. Mezhepsel amaç ve bağlılık, Arap toplumunun üst sınıfında genelde siyasal ve ekonomik oyunların öz adıdır. Bu isimle siyasal ve ekonomik olarak yaşanan olayların üzerini kapatıp, halk nezdinde mezhepsel çatışmayı dine bağlılığın en sadık göstergesi olarak sunarlar. Tüm bunlar halkın daha radikal ve acımasız olması anlamına gelir. Bu yüzden dinin dışında siyasal ve ekonomik olarak çatışan veya savaşan toplulukları bir noktada ikna edip barış içerisinde yaşatmak mümkündür. Din uğruna mezhepsel çatışma halinde olan toplulukları bir arada yaşatmanın olanakları yok denecek kadar azdır. İşte bunun için mezhepsel çatışmalar Arap ve Müslüman toplumlarda her zaman gerçek bir barışın hayat bulmasının önündeki en büyük engellerden birisidir. Mezheplerin sürekli yüceltilip kutsallaştırılması demek, aynı zamanda gerçek barışın olmayacağı ve her an çatışma ve savaşa hazır olmak anlamına geliyor. Arap ve Müslüman toplumlardaki mezhepsel olaylar bu pencereden değerlendirildiğinde, gerçek sorunların üzeri hep kapatılmış oluyor.
Herkesin bildiği gibi Hz. Muhammed’in yaşadığı döneme kadar İslam’da ne mezhep ne de farklı bir ibadet anlayış ve düşünce biçimi kesinlikle söz konusu değildi. İslam’dan önce Arapların bir kısmı puta taparken, diğer bir kısmı da Yahudi ve Hristiyan’dı. Hz. Muhammed’in İslamiyet’i ilan etdip ölümüne kadar geçen zaman içerisinde İslam ibadeti günlük üç vakit olup, cuma namazları aynı şekilde uygulanmakta idi. Hz. Muhammed öldükten sonra günlük üç vakit namazı Emevi Araplar beş vakte çıkardılar. Bunun dışında farklılaşan başka bir İslam kuralı bulunmaz. Şimdi tüm Müslümanlara sormak lazım, Arap ve İslam toplumunu mezhep adıyla günlük üç ve beş vakit kılınan namaz farkından mı bu kadar kanlı savaşlar yaşamakta? Bu soruyu bir çocuğa dahi sorsak, bu kadar basit bir namaz farkından kaynaklı asırlarca sürdürülen çatışmanın mümkün olmayacağı cevabını alırız. Ve Arapların çoğu da biliyor ki, mezhep adıyla yaşanan savaşlar namaz yüzünden değil. O zaman neden asırlar boyu Şii ve Sünnilik çatışmasının devam ettiğini yaşanan tarihi olaylar daha net açıklamaktadır.
Daha öncede ifade edildiği gibi Hz. Muhammed öldükten sonra Şiilik ve Sünnilik ortaya çıkmıştır. Buna sebep olan ise Arap toplumunun her zaman aşiret kurallarına göre kendi kabilesiyle içe kapalı yaşamak istemesidir. Hz. Muhammed Haşimi Arap sülalesinden gelen birisi olarak, İslam adıyla Arapları ve bölgede birçok toplumu farklı bir yaşam ve inanç yapısına mecbur etmiştir. İslam her ne kadar bir din olsa da hem siyasaldır hem de politik ve ekonomik ideolojiye sahip düşünce temeline dayanır.
Eskiden beri Arap Aşiretleri içerisinde Emevi Araplar bölgenin ileri gelen ticaretçileri olarak yaşayan topluluktu. Hz. Muhammed’in İslam adıyla ortaya koyduğu din ve siyasal yapı, eski ticaretçi birçok Arap’ın çıkarlarına dokunmuştur. Bunu bilen ve gören başta Emevi Araplar olmak üzere diğer kesimlerin çoğu, Hz. Muhammed’e karşı çıkıp son ana kadar İslamiyet’i kabul etmediler. Hz. Muhammed karşısında yenik duruma düşünce İslam’ı kabul etmiş gibi görünseler de kendilerine göre düşündükleri siyasi ve ekonomik düşüncelerinden asla vazgeçmedikleri anlaşılmaktadır. Hz. Muhammed ölünce fırsat bu fırsat deyip İslam’ın temsilciliğine kendi aşiretinden en yaşlı olan Hz. Ebu Bekir’i oturtarak, Arap toplumunun yönetimini yeniden ellerine aldılar. Bu yönetimleri sırasında ibadet açısından sadece üç vakit günlük namazı beş vakte çıkarırlar. Bunun dışında diğer tüm İslam ibadeti ve kuralları eskiden olduğu gibi sürdürülmüştür.
Emevi Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman sırasıyla dini ve siyasi olarak İslam’ın yönetimini ellerine alır almaz, tüm ekonomik çıkar ve menfaatleri, Emevi ve bunlarla iş birliği içerisinde olan kesimler için kullanmışlardır. Bundan rahatsız olan başta Haşimiler olmak üzere Hariciler ve diğerleri, Emevilere karşı sürekli isyanlar çıkarmaları sonucunda, M.S. 656’da Halife Osman öldürülür. Ve yerine Hz. Ali’nin Halife olması istemesine rağmen, Hz. Ali bu teklifi hemen kabul etmez. Birtakım yerlere sorarak kendine taraftar bulduğunu görünce, Halifelik makamına oturur. Bunu içlerine sindiremeyen Emevi tüccar Araplar, yeniden Muaviye öncülüğünde Hz. Ali ile savaşmaya başlamıştır.
Daha sonra Hz. Ali M.S. 657 yılında Sıffın Savaşı adıyla anılan, Muaviye ile yaptığı savaşta yenik düşmesine rağmen Halifeliği bırakmamıştır. Beş yıl gibi kısa bir süre Halifelik yapan Hz. Ali, Emevi Ebu Cehl Mülcem tarafından camide öldürülmüştür. Dolayısıyla Hz. Ali, Muaviye’nin dışında İslam’ın diğer Sünni mezhepleriyle savaşmış değildir. Tam tersine daha barışık şekilde akrabalıklar kurarak yaşadığı görülür. Belirtilen döneme kadar İslam Arap toplumu arasında Şiilik ve Sünnilik adıyla herhangi bir konu ya da mezhepsel ayrımın olduğunu gösteren hiçbir kaynak, bilgi ve olay bulunmaz. Bazı çatışma ve çekişmeler yaşanmış olsa da bunlar mezhepsel değildir. Aşiretsel çıkar kavgaları.
Hz. Ali camide öldürüldükten sonra tüm Haşimi Arap sülalesi Arabistan topraklarından sürgüne mecbur tutulmuşlardır. Böylece Haşimi Arapların arkasından giden herkese Şii (Ali Taraftarı) denmeye başlanmıştır. Şiilik; Aşiret ve siyasal çıkar çatışması sonucunda taraftarlık olarak ortaya çıktığı halde, Emevi ve Haşimi, Arap Aşiretler bunu mezhepsel şekle çevirerek, İslam’da farklı bir yaşam ve düşünce anlayışı varmış gibi gösterdiler. Hâlbuki Kuran’da mezheplerle ilgili en ufak bir not bulunmaz. Buna rağmen mezheplerin Allah’ın emri ve kutsal bir davasıymış gibi gösterilmesi, Arap ve diğer Müslüman toplumun, Kuran’dan bir şey anlamadan yaşadıklarını ya da cambaz tüccar politikasının en açık ifadesidir. Bunun altındaki düşünce ise Aşiret kavgalarına kutsallık katmaktan başka bir şey değil.
İşte Şiilik ve Sünnilik mezhepleri olarak bilinen olay kısaca bu nedenlerden kaynaklanarak ortaya çıkan bir durumdur. İfade edilen nedenlerin dışındaki diğer gelişmeler din davası açısından çok basit kalıyor. Mezhepsel çatışma süsü verilerek devam eden Haşimi Arap aşiretler ile Emevi Arap aşiretler arasında sürüp giden tarihsel çatışmanın büyük bir ekonomik ve siyasal çıkara dayandığını şu nokta çok net şekilde kanıtlanmaktadır.
Hz. Muhammed döneminde mezheplerin olmadığını ve aynı zamanda Kuran’da mezheplerle ilgili en ufak bir kaynağın bulunmaması her şeyi açık ve net olarak ifade ediyor. Öyleyse buna rağmen İslam’da hem mezheplerin kuran dışı icadı hem de mezhepler neden kutsallaştırılmıştır? Bunun tek ve net bir cevabı vardır. Sünni Emevi Araplar elde etmiş oldukları iktidar olanaklarını kaybetmemek için yaptıkları savaş ve çatışmalara mezhepsel adla halkın kendilerine daha derin duygularla inanmalarını sağlamak amaçlıdır. Şii Haşimi Araplarsa, Arabistan’dan sürgün edilip katliama maruz kalmaları ve topraklarından olmalarını, diğer halk ve toplumlara anlatıp destek bulmak için Hz. Ali ve kabilesinin Şiilik adıyla kutsal gösterilmesi siyasal bir politikadır.
Bu iki acının vermiş olduğu duyguyla hareket eden Şii Haşimi Arap İslam taraftarları, kendilerine hem acındırmak hem de insanların daha sıkı şekilde bağlanmaları için Şii adını mezhepsel olarak kutsayıp yüceltmeleri, din kisvesiyle aşiret çıkarlarını siyasal yollarla elde etmektir.
Bilindiği gibi Arabistan’dan sürgün olan Haşimi Şii Araplardan Hz. Hüseyin 70 kişilik kabilesiyle Irak Basra’ya gitmek için yola çıkmıştır. Yezid denen Emevi Sünni Arap ve adamları tarafından Kerbela denen çölde yolları kesilip hepsi öldürülmüştür. Ve bu olay bölgede yaşayan tüm halklarda büyük bir nefretin yanı sıra acıma duygusunu da uyandırmıştır. Hz. Hüseyin ve kabilesine yapılan katliama üzülüp en çok etkilenen topluluklardan birisi de dönemin çaresiz ve zayıf durumda olan Kızılbaş Aleviler olmuştur.
Kızılbaşların Şiilere üzülmelerine iki ana nokta sebep olduğunu anlıyoruz. Birinci nokta; kendilerinin de sürekli İslam tarafından benzer katliam ve sürgünlere maruz kalmaları, Kızılbaşları bu olayla daha fazla ilgilenip, İslam’ın bu bölünmesinden siyasal politik zafer kazanmak amaçlıdır.
İkinci nokta ise; Kızılbaşlar din, inanç ve yaşam felsefesi olarak bölge toplumları içerisinde en hümanist ve ortak paylaşım düşüncesine sahip tek topluluk olmaları. Çünkü İslam içerisinde yaşanan bu çekişme, kavga ve çatışmaları fırsat bilip politik manevra şeklinde kendi lehlerine çevirmeyi umarken, hümanist düşünce yapılarıyla da diğer halklara kim olduklarını tanıtma imkanı sağlamıştır. Böylece Hz. Hüseyin kabilesinin katledilme olayını Şii Müslümanlardan daha çok dillendirmeye çalıştıkları görülür. Kızılbaşların bu niyetleri hem samimiyetten kaynaklıdır hem de İslam gibi bir kara zulmü zayıflatmak amaçlıdır. Sözde Hz. Ali tarafında olanları kendilerine çekerek İslam’ı zayıflatıp, kendi din ve inançlarını bölgede üstün kılmak istemişlerdir. Ancak hiçbir şey hesap ettikleri gibi gitmeyip, bu defa kendi inanç yapılarını dejenerasyona uğradıkları görülüyor……

Konunun tamamı sonunda ilgili kaynaklar mevcuttur.

2 Comments

  1. Hasan Bey; Şii 12 İmamlar başta olmak üzere Muhammed ve diğer hepsinin başına getirilen Hz. ifadesi benim açımdan hiçbir anlam ifade etmiyor. Sünni Mezhep öncüleri neyse Şii Mezhep öncüleri aynıdırlar. Bunların hepsi para (Ganimet) ve makam için birbirlerinin kanını döken kan ve can emicilerdir. Toplum ve halklarının geleceği için en ufak bir düşünceleri olmamıştır. Bunu şuna dayanarak ifade ediyorum. Muhammed, Ali ve oğulları, Osman, Ömer, Ebubekir ve Muaviye hepsi birbiriyle akraba ve birbilerinin kızlarını karılarını cariye ve karı olarak alıp vermişler. Anlaşamadıkları tek nokta, Makama kim oturacak meselesi ve ençok ganimnete kim sahip olacak davasıdır. Birbirlerinin kanını dökenlerin kutsallığı ve maneviyatı olamaz. Aklı başında olan kişi de bunlara değer vermemelidir.

  2. Hüseyin ve Kızılbaşlık üzerine kalem oynatıyorsun ama Ömer,Osman ve Bekirin başına “HZ” eklemeyi unutmuyorsun..Alevilerin bunlara Yezidin babası dediklerini bilmiyor olamazsınız.isimlerinden dahi nefret ettiklerini de bilmiyor olamazsınız..Demek ki siz daha Alevi dljsel üslübuna dahi malık değilsiniz.. Üstejik yıllarda Kızılbaş diye adlandırılan bir toplulukta yoktu.

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*


Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.