Rızalık Şehri – 6 (SON)

11041800_468194279995633_3406178587846190219_n

Rızalık Şehri – 6 (SON)

TARİHSEL BİR GERÇEKLİK Mİ ÜTOPYA MI
KIZILBAŞ ALEVİLİKTE RIZALIK ŞEHRİ-VI

Dilmon’a Yolculuk

Erenlerin sır dediği yoldan yürüyorum. Sırrın sır olduğu kapıları açmak hiç de zor değil, yeter ki hal ehline haldaş ol!.. Ne ki, bütün sorun da burada; tarihsel inkarın ve sansürün yarattığı yabancılaşma o kadar güçlü ki!.. Çoğu kez aradığın gözünün önünde, zaten saklamamışlar, görelim diye göz görneğimize koymuşlar, zamanın ve doğanın aşındırıcı etkisine karşın, çoğu kez, apaçık orta yerdeler. Ne ki, göremiyoruz, bakıyoruz ama baktığımızı göremiyoruz. Görsek de ondaki hakkı göremiyoruz!.

Ortaçağ boyunca kilise babaları, korkunun kutsal bekçisi Azrail’in sultasında, adeta, insanlığın genlerine kazıdı. Büyük ölçüde bu süreçte başladı bilinçaltına yerleştirme, İslam egemenliği boyunca devam etti. Aşık-ı sadıklar, dizelerinde hep dillendiregeldiler, ne „öte dünya“ ile ne de „öte dünyanın cenneti“ ya da „cehennemiyle ilgili olmadığımızı. İnsanlığın özgürlük damarı bu yolağın yolcuları, özgürlüklerini-hal diliyle dillendirecek olursak- takdir hükümetine kaptırdıkça Rızalık Meydanı özgürlüğünü yitirmeye başladı, Takdir hükümeti özgürleştikçe, özgürlük alanını yitiren Rıza Şehri çocukları da, „öte dünya“lılaştılar!.. Şimdilerde bunun büyük sıkıntısını yaşıyoruz işte. Ne yol yoldur ne de dil dildir!.

„Evim bana cennet eşim de huri“ diyen meydanların ürettiği zihinsel dirilik, bir yandan öte dünya dinlerinin, diğer yandan modernitenin yani „ulus dinin“ kıskacında pelteye dönüştü. Bu nedenle burada açmağa çalıştığım kanalın önemini, bu günün Alevisi bile farketmeyecektir. Bunu da oldukça derin duyumsuyorum ama umurumda da olmayacak!.. „At denize“ dedi soylu Pirimiz, „halık bilmezse de balık bilir, emek zayi olmaz“. Ben de öyle yapıyorum.

Hal dili hakka, hak hakikate ulaştırıyor. Destur diyorum!, Kadim tarih güzergahındaki yolculuğum, Sümerlerin kutsal “Gök Bahçesi” Dilmun kapısına geldiğinde, kalbim sıkıntıya soktu beni ve bir süre ara vermek zorunda kaldım. Okurumuzdan özür diliyor ve şimdi, biraz geçikmiş olarak yolculuğa devam ediyorum.

Sümerler kendileri için „Sümer“ demiyorlar. Onlar kendilerini hep „Kengı“ olarak adlandırdıkları gibi ülkelerine de Mezopotamya değil, iki nehir arası anlamında „Mezra Botan“ diyorlar. Ama bu bilgilerden nadiren sözedilir, genel kanı ise „Sümer“ ve „Mezopotamya“ söylemi üzerine oturmuştur bu yüzden. Tıpkı bunun gibi, çoğunlukla sanılanın aksine, „Eden“ ya da „Aden“ de İbranice olmayıp Akadçadır ve ben önceki bölümlerde bunu belirtmiştim. Akadlar, Sümerleri yenip egemenlikleri altına aldıktan sonra, onların toplumsal yapılanmalarının ifadesi olan kutsallıkların da çoğunu benimsediler, bu nedenle aynı yapılanma özelliklerini gösterdiler.

Akadça olarak dillendirilen Eden, aslında Sümerlerin, „Göksel Bahçesi“ kutsal Dilmun’dan başkası değildi.

Tevrat’ın Genesis ve özellikle Tekvin bölümünde yeralan metinlerin nasıl da „Sümer Mitleri“nin etkisinde kaleme alındığı gibi bir kıyaslama içinde inceleme sürdüren Samuel Noah Kramer’ in, gerek „Tarih Sümerde Başlar“ adlı çalışmasında gerekse de „Sümerlerin Kurnaz Tanrısı Enki“ adlı çalışmasında, Dilmun söyle anlatılır.

„Dilmun ‚saf’, ‚temiz’ ve ‚parlak’ bir ülkedir-ne hastalık ne de ölümün bilinmediği bir‚ yaşayanlar ülkesi’. Buna karşın Dilmin’da hayvansal ve bitkisel yaşam için elzem olan tatlı su yoktur. Bunun üzerine Sümer’in büyük su tanrısı En ki, güneş tanrısı Utu’ya yerden tatlı su çıkarmasını ve toprağı doyurmasını emreder.

Böylece Dilmun, yeşil, meyve yüklü tarlalar ve çayırlarla kaplı tanrısal bir bahçe haline gelir. Bu tanrı cennetinde Sumerler’in büyük ana- tanrıçası Ninhursag(Olasılıkla Toprak Ana kökeni) sekiz bitki filizlendirir.“

Sümer anlatımlarına göre tanrıların yaşaması için Dilmun’un yaratılması işini, Tanrı En.ki’ye Tanrılar vermiştir. İnceleyen uzmanlara göre burada Enki başrolü üstleniyor gibi görünse de eşi Ana tanrıca En.Lil ya da kimi metinlerde Ninhursag, Dilmun’da uzmanlık gerektiren, mühendislik işlerinde olduğu kadar, bitkilerin tanınır hale getirilip yetiştirilmesine, hangi bitki ya da meyvenin yenilebilir oluşunun tespitinden, hangi otların, bitkilerin yada meyvelerin hangi hastalıklar için tedavi edici olarak kullanılabileceğine kadar bir çok işin doğrudan içinde gözükmektedir. O aslında Dilmun’da „yaşamın kaynağı“dır ki birazdan bunu açıklayacağım.

En.Ki tarafından oluşturulduğu ifade edilen Dilmun’un içilecek suyu yoktur ve bunun temini işini En.Ki, Güneş tanrısı Utu’ya havale eder. Sözkonusu Sümer efsanesinde bu iş şu dizelerle anlatılıyor:

„Gök yüzünde dikilen UTU…
Toprağın suyunu akıtan ağızdan
Topraktan ona tatlı su getirdi
Geniş sarnıçlarına su doldurdu..

Doğal değil mi, uzun bir buzul çağının kendilerine dayattığı ölüm kalım mücadelesinin ardından, ve zorlu yıllar boyunca Kutsal Ana’nın „koruyan, kollayan, esirgeyen, bağışlayan ve besleyen şefkatli kucağında, o günlere gelebilmeyi başarabildiğinde, aslında, müthiş de bir birikim sahibi olmuşlardı ve yine Ana’nın önderliğinde bu birikim adeta patlama yaratırcasına ortaya çıkıvermişti. Kandaş kollektifin tüm yaratıcılığı devredeydi. Görülmedik, duyulmadık düzeyde bir görkemlilikle köyler inşa ediliyor, tarlalar açılıyor, ağıllar, ahırlar, tavlalar yapılıyor. Evcil hayvanlar yetiştiriliyor, sürüler ortaya çıkmaya başlarken, yanıbaşlarında tarlalarda ekinler boy gösteriyor bağlar ve bahçelikler taracalarda maharetle yeşillendiriliyordu. Su kanalları yapılıyor o güne dek görülmemiş bir maharetle derelerden tepelerden geçirilirek sarnıçlarla sular, yerleşim yerlerinin içine kadar indirilebiliyordu. Hasılı, „üç taşla“ çevrilmiş Ocak(Xo Cağ) etrafında gerçekleşmeye başlamış ilk küçük kandaş topluluk birimi OCAK, önce ev/hane(xane=xini) olmuş, evlerden geçirerek yolunu, büyük köy topluluklarına ulaşmıştı.

Ne zaman ve nerede bir ağaç kovuğu ya da kaya dibi mağara bulursa, orada barınma olanağı bulacak, bulamazsa açıktır ki, kışta kıyamette donup kalacak. Keza nerede ve ne zaman hazır yiyecek bir şeyler bulacak, karın doyuracak, kendini besleyecek ve hazırın izin verdiği oranda kendisini de üretebilecek. Ama, hazır bittiğinde bir yenisini arayacak, onu da bulamazsa, gezinip duracak ve sonunda açlıktan ölecek. İşte, tarihin bu evresinde bütün bu sıkıntılar son buluyor ve insanlar kendi elleriyle kendilerinin yeniden ve yeniden üretebildikleri bolluk dönemine kavuşuyorlar. Onlar için ne müthiş bir DOĞUŞ olmalı!. Buraya „Cennet“ demeyecek de ne diyeceklerdi ve böyle bir doğuşun bizzat kendisini, bütün zamanların kutsallıklarının temeline koymayacaklardı da neyi koyacaklardı!.

***

„Henüz Allah ile cihan yok idi
Biz onu var edip ilan eyledik”-E.Harabi

Yazımına 1996 yılında başladığım 1998’ de ise yazımını bitirdiğim ama ancak 2005 yılında basımını gerçekleştirebildiğim Kızılbaş Kadın’da henüz bu bilgi zenginliğine ulaşabilmiş değildim. Alevilik konusu zaten yoklar hanesindeydi ama ben bu yetmiyormuş gibi bir de Kızılbaş Kadın’ ı anlatmağa çalışıyordum. „Yer demir gök bakır“ dı oysa!. Buna karşın, sürecin tarihselliği içinde, şu anda sözkonusu ettiğim sürece ilişkin olarak, Kızılbaş Kadın’ın 120 sayfasına düştüğüm bir dip notta bu çalışmaya ışık tutacak bir yaklaşımla şunları belirtmiştim:

„İnsanlığın temel bilgeliğ,i neolitik dönemin derinliklerinde gizlidir ve oradan doğup gelmiştir. Sürekli tekrarlaya geliyorum; neolitik yaratmaların tekmil önkoşullarını ise Anadolu’nun ve „Bereketli Hilal“ in Kadın –Atası, hem kadın olarak, hem ana olarak hazırlamıştır. Kadın şahsında sosyal yaşama giren dilin dişil kimliği bu sürecin anlam ve kavram kazanmasında büyük öneme sahiptir. Mümkün olsa da süreci, o süreci yaratanların „anadillerinden“ ifade edebilseydik. Herhalde oldukça ilginç sonuçlarla karşılaşırdık. Ne yazık ki, bundan yoksunuz….“

Sümerlerin de Dilmun olarak adlandırdıkları kutsallıklarına ilişkin, anlatımlarında yer verdikleri Bereketli Hilal, Kızılbaş süreğinde dillendirildiğine uygun olarak bir ilk Rıza Şehri’di. Bir başka ifadeyle ilk Ortaklık Toplumu(Komün) yapılanması örneğiydi. Dilmun’u tanrılarının yaşamlarını sürdürmeleri için yine tanrılarına kurduran Sümerler ise, bu anlatımı yazıya geçirdikleri tarihsel evrede, çekirdeğini kutsal tapınak yapılanmalarının oluşturduğu birer şehir devletiydiler artıkr. Rıza Şehri’ne ilişkin anlatımlar, ilk ifade ve betimlemeler, belkide yüzlerce, binlerce ağızdan dillendirile dillendirile, her dolamaç veya kıvrımda yeni yeni biçimlere bürünerek anlatıla geldi Sümer diline ve yazısına bu adla oturdu. O evrenin kendini kuşatan koşullarına uygun bir anlatıma kavuşarak açığa çıktı.

Bundan önceki bölümlerde, Tektanrılı İbrahimi dinlerin anlatımında da görüleceği üzere, her ne kadar Sümerlerin anlatımında değişme ve dönüşmelere uğramışsa da Rıza Şehri’nin dünyasal kimliğine, İbrahimi Din Süreğine“ göre daha yakın, daha gerçek bir mesafede durmaktadır Sümerlerin Dilmun’u.

„Yaratılışın yedi tableti“ olarak adlandırılan ve adını da „Yükseklerdeyken“ diye başlayan ilk dizelerinden alan „Enuma Eliş“ başlıklı Sümer kutsal metni;

„Yükseklerdeyken, ne cennetin (göklerin) adı konmuştu daha
Ne de aşağıdaki dünyaya (Yer’e) bir ad verilmişti
Onları içinde taşıyan ilk varlık Absu
Ve hepsini doğuran Tiamat
Sularını birleştirdiler
Ama ne otlakları yaratmışlardı henüz, ne de sazlıkları
Hiç bir tanrı bilinmiyordu
Ne adları söylenmişti henüz, ne yazgıları çizilmişti
Ve bütün tanrılar orada doğdular”

Tanrıların doğması için tanrıların doğabilmesini sağlayan yaşam koşullarının ortaya çıkması gerekirdi. Tanrı nedir burada ? Tanrı, açıktır ki görkemli kandaş köy devriminin, üstelikte o güne dek görülmedik, duyulmadık, bilinmedik ölçekte ortaya çıkmasını sağlayan müthiş birikimin kendisi demektir. O uğrak noktasını ortaya çıkartan evrimsel gelişmenin devinim yasaları demektir. Onun deneyi, tecrübesi, bilgisi demektir.

Deneyi ve tecrübeyi ve de onun bilgisini biriktirebilmek, dahası, onu yeniden ve yeniden üreterek hizmete sokabilmek için bolluğun/bereketin ortaya çıkması ve yaşanması gerekiyordu.

Bu ise, insanın kendi kaderini kendi eline alması demektir. Kendinin üretimi de dahil yaşaması ve çoğalabilmesi için beslenmeyi ve barınmayı gerektirecek her şeyin, bizzat kendisi tarafından üretilebilmesi demektir. Beslenebilmek ve barınabilmek için sürekli gezme halinde olanların topluluk olması mümkün değil. Hazırla beslenen, bulduklarıyla barınanlar topluluk değil sürüdürler. Sürünün dili yoktur!. Dilsiz ve bilgisizlerin yaşadığı dünya koşullarının „adsız, adı konulmamış“ olmasından doğal ne olabilirdi.

Kandaş Köy devrimi demek çiftçilik demektir çobancılık demektir. Bu ise yerin ve göğün her hareketin uzun ve yorulmak bilmez bir sabırla incelenmesi demektir sonuçları itibariyle. İncelenenlerin sonuçları itibariyle bilgiye, bilince çıkarılması demektir. Her şeyin olduğu gibi „Bilginin ve belmenin“ de kutksallaştırılması demektir. Tanrı, „bilme“ demektir. Çünkü, bütün zamanlarda „Bilen,gören,duyan ve konuşan“ olarak tarif edilir. Bu nedenle İlk tanrısallıklar, bütün bu gelişmeye meydan açan Kadın-Atalar, bu bağlamda da Tanrıçalar olmuşlardır. Sümer toplumunun yukarda sözünü ettiğimiz tarıhsel süreçleri, Köy devrimiyle başlayan gelişimin artık Şehir devrimine ulaştığı Erkek Ataların öne çıkmasıyla birlikte, henüz Kadın ataların da yanıbaşlarında yeraldığı evreye denk düştüğünden, Maddi ve manevi yaşama her iki kutsallık da damgasını vurmaktaydı. Dilmun’u gelişmenin bu evresine uygun tarif ettiler. En.Ki ve En.Lil’e inşaa ettirdiler!. Ama her şeye karşın „Bilme“nin temelinde ve merkezinde Ana- Tanrıça En.Lil oturmaya devam etti. Çünkü, daha sonraki bölümlerde de açıklayacağım gibi, Dilmun’un merkezinde ve en yücesinde, Ana-Tanrıça’nın evi(Ocağı) vardı. Bunu, bütün değişim ve dönüşümlere karşın, Adem-Havva çiftini üreten tarihsel sürece kadar kolayca ortadan kaldıramadılar.!..

***

„Kurdu Kuzuyla yaydım yayalı“

Zerdüştün Tanrısı Ahura Mazda, sakınlerinin onu sevebilecekleri tarzda yarattığı onaltı ülkenin birincisinin Airyana Weyah olduğunu söylüyor ve eğer „içinde oturanlarca sevilecek özellikleri olmasaydı diğer ülkelerin sakinlerinin Airyana Weyah’a akın“ edeceklerini belirtiyordu. Önceki bölümlerde anlatmıştık.

Burada da Sümerlerin anlatımları bağlamında aynı yerden sözediyorum ve Ahura Mazda’nın dediği kadar güzel ve çekici olduğunu Sümerlerin anlatımında da görüyoruz. Bolluğun, uyumun ve ahengin ülkesi Dilmun şu sözlerle anlatılıyor:

„Dilmun’da kuzgun sesini çıkarmaz,
İttudu kuşu, ittudu kuşu sesi çıkarmaz
Aslan öldürmez
Kurt kuzuyu kapmaz,
Oğlakları yutan yabani köpek bilinmez(…)
Güvercin başını eğmez
Gözü ağrıyan,’gözüm ağrıyor’ demez,
Başı ağrıyan ‚Başım ağrıyor’ demez“

Dilmun ile ilgili „arkeolojık hiç bir bulgunun ortaya „ çıkmamasından yakınıyorlar kimi uzmanlar. Böylesine görkemli ve böylesine etkileri asırlara yayılarak gelmiş bir yerleşim yerinin bulunmuş olmasının ne kadar ilginç verileri ortaya çıkaracağından sözediyorlar ama „acaba bu görkemli yerleşim yeri“ yani Dilmun neredeydi diye sormaktan da kendilerini alamıyorlar. Farklı bir bağlam içinde aynı metinleri inceleyen B.Eldem“2012: Mardukla Randevu“ adlı kitabında aynı soruyu soruyor ve „Ama“ diyor „genel eğilimin DİLMUN’u İran’ın batısına, olasılıkla Aratta(izi bulunmayan bir başka antik şehir) yakınlarına yerleştirildiğini söyleyebiliriz“

Eldem, „İranın batısı“ derken, „Bereketli Hilal“ sınırlarına oturmuş oluyor doğru olarak, sözkonusu yerleşim yerinin izine rastlanmadığı için de hayıflanıyor. Yine farklı bir bağlam içinde aynı metinleri üstelikte sıradışı bir yaklaşımla, sözkonusu metinleri ele alan Andrew Collins ise Dilmun için; „..Buraya tanrı Enki ve karısı ‚mutlak mutuluktan oluşan günahsız bir çağ’ kurmak için yerleşmişlerdi. Hayvanların barış ve uyum içinde,insanın hiç bir rakibinin olmadığı ve tanrı Enlil’in’tek bir dilde övüldüğü’ yerdi burası’diyor ve „O zaman bu mitolojik Dilmun neredeydi?“ diye soruyor.

„Haritaya bakıp en kötü olasılıkla şunu tespit ettim:’Dilamân Bitlis’in hemen yakınında, Van gölünün güneybatısına yerleştirilmişti. Benim Eden Bahçesi’ni yerleştirdiğim alanın tam aynısı!….“

Collins’in „Dilamân“ dediği yer, daha önce de belirtmiştim, Dayleman başkası değildi. Zaten o da belirtiyor. Kürt Araştırmacı İzady’nin belirlemelerinden hareketle „Daylemlilerin gerçek vatanlarının „Kuzey batı Kürdistan’da Dicle Nehrinin kaynağına yakın bir yer olarak Sıncar’ın kuzeyini gösterdiğini“ belirtiyor.

Burada bir nokta gözümüzden kaçmamalı ve mutlaka öne çıkartmalıyız diye düşünüyorum. Tarihsel olarak Kandaş köydevrimini gerçekleştiren bütün diğer yerleşim yerlerinin içinde, besbelliki, bölgenin bütün zamanlarında en etkili ve en görkemli bir açılımla kendini gerçekleştirmiş olanının „Bereketli Hilal“ olduğu anlaşılmış oluyor. Tabi ki bu alanda da, bir veya birkaç köy en görkemlileri olarak ortaya çıkıyor ve bütün bir alanı etkilediği gibi bölgeyi de etkiliyor. Öyleki, bu etkiden ve geride bıraktıklarından hareket eden kimi son dönem araştırmacıları, olanı biteni ne dünyamıza ne de dünyanın insanlarına yakıştıramamış olacaklar ki, „Başka gezeğenlerden dünyamıza uygarlık dölleyenlerin işleri“ olarak ele almaktadırlar. Eh, nasılsa evrimin bir kertesinde de üretenler kullaştıkça „bilenler“de tekleşip tekelleştikçe, aynı görevi „eşsiz ve benzersiz Alah’a havale etmişlerdi!…

Bütün bunlara karşın, „

O cihanda bu cihanda/

Çok marifet var insanda „

diyen kavrayış, nasılda dünyalı ve ne kadarda gerçekçi!. Mahir beyinlere, maharetle üretenlere ve marifetle pay edenlere aşk olsun!..

HAŞİM KUTLU

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*


Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.