Esas olan gözlerden kaçırılıyor(1)◀

10982744_1603448159888482_8007349448128979750_n

 

Esas olan gözlerden kaçırılıyor(1)◀

Vilayetname’ye göre Hâce Bektâş-ı Velî yedinci imam Mûsa-l Kazım’ın üçüncü kuşaktan torunu bir Arap soylusudur, altı aylıkken şehadet getirmiş, çocukken kuran okumayı öğrenmiş, hacca gitmiş, ömrü boyunca namazından geri durmamıştır.
İmam Mûsa-l Kâzım 799 yılında vefat ettiği biliniyor. Eldeki bütün veriler Hâce Bektâş-ı Velî’nin 1270-1271 yılları arasında hayata gözlerini yumduğunu gösteriyor. Abdülbâki Gölpınarlı’nın çok yerinde tespit ettiği gibi: “Bu tarihle, İmam Mûsa-l Kâzım’ın vefatı arasında tam beş yüz altmış beş yıl vardır ki; bu kadar yılın içinde Hâce Bektâş’la i Mûsa-l Kâzım arasında ancak üç kişinin bulunması mümkün değildir”. Hâce Bektâş-ı Velî’yi İmamlar soyuna bağlamak için Vilayetnamede yazılanların tamamen uydurma olduğu en başından bellidir. Vilayetnamenin sayfaları arasına sıkıştırılmış ilk büyük yalan budur.

İkinci büyük yalan Hâce Bektâş-ı Velî’nin Türkistanlı Ahmet Yesevi’nin halifesi ve müridi olduğudur. Vilayetname’ye göre Hâce Bektâş-ı Velî gençlik yıllarında Türkistan’da bulunmuş ve Hoca Ahmet Yesevi’nin hizmetine girmiştir…

…Türkistanlı Ahmet Yesevi 1160 yılında öldü. Hâce Bektâş-ı Velî onu ziyaretinde ve onun adına savaşlara katıldığında, yirmili yaşlarında olduğunu varsayarsak, Hâce Bektâş-ı Velî’nin 1160 yılından önce yirmili yaşlarına ulaştığını kabul etmemiz gerekir. Bu durumda Hâce Bektâş-ı Velî’nin doğum tarihi 1130, 1140 arasında bir zamanda olmalıdır. Öte yandan yine Vilayetname’de “Hâce Bektâş-ı Velî” Sultan I. Murat’ın saltanat yıllarında Hakka yürüdüğü öne sürülür ki bu da 1362-1389 yılları arasıdır. Vilayetname’de yazılan Hâce Bektâş-ı Velî’nin yaşam öyküsünü doğru kabul edecek olursak Hünkâr’ın iki yüz elli yıl gibi hiçbir insana nasip olmamış çok uzun bir yaşam sürdüğüne de inanmamız gerekecektir. Hâce Bektâş-ı Velî iki yüz elli yıl yaşamadı. O Ahmet Yesevi’nin ölümünün üzerinden kırk yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra dünyaya geldi. Hâce Bektâş-ı Velî ile Türkistanlı Ahmet Yesevi’nin yolları hiç bir zaman kesişmedi.>>> Erdoğan Çınar http://goo.gl/UVLzCX

▶Bektaş-ı Veli’nin Resmi üretimi (2)◀

<<<Her yıl Ağustos ortasında Hacıbektaş ilçesinde yapılan şenlik, Anadolu tarihin önemli şahsiyetlerinden biri olan Bektaş-ı Veli adına yapılıyor olması nedeniyle, Tarihçe’nin de ilgi alanına giriyor.

Böylesi tarihsel şahsiyetler söz konusu olduğunda karşımıza çıkan sorunlardan biri, efsane ile gerçeğin sıklıkla birbirine karışmasıdır. İnanç önderleri söz konusu olduğunda bu durum daha da belirginleşiyor.

Yazar: Öncelikle Hacı Bektaş örneğinde sıradışı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anımsamalıyız. “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyen ayrıksı bir inanç önderi söz konusu olan. “72 millete bir nazarla bakmayan / Kırk yıl müderris olsa hakikatte asidir” diyen, “eline beline diline hâkim olmayı” temel düstur edinen bir inanç biçiminin çok özel bir bilgesidir söz konusu olan. Ona atfedilen;

“Hararet nardadır, sacda değildir
Keramet baştadır, taçta değildir
Her ne ararsan kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir”

deyişi bile, günümüz ortalamasının ilerisinde bir bilgelikle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

İ. Melikoff’un, Baba İlyas’ın soyundan gelen Aşıkpaşazade ile Elvan Çelebi, keza Eflaki ve diğer kaynaklardan aktarmalarla gösterdiği gibi, Hacı Bektaş, kardeşi Menteş ile birlikte Babai ayaklanmasının öncüsü Baba Resûl’ün yanıbaşında, dahası “Baba Resûl’ün halife-i has”ı, gözde mürididir. Paralı Frenk askerlerinin katliamıyla ezilecek olan ayaklanmada (1240) Baba İlyas ve Baba İshak yanı sıra Menteş de öldürülenler arasındadır.

Hacı Bektaş, Babailerin Selçuklu egemenliğince aranıp öldürüldüğü bu baskı sürecini Sulucakarahöyük’te Hıristiyanlar arasında saklanarak atlatacaktır. Bunu yaparken aynı zamanda kendini eğitecek, düşünceleri doğrultusunda insanları örgütlemeye çalışacaktır. 1271’de öldüğü zaman, ardında zayıf bir çevre ama güçlü bir fikri yapı bırakacaktır.

Bu zayıf ilişki ağı, fikri yapının gücü ve ortamın uygun olması nedeniyle, Osmanlının kuruluş sürecinde hızla büyüyecek ve farklılaşacaktır. Ölümünden 200 yılı aşkın bir dönem sonra kaleme alınacak olan Vilayetname ise, Hacı Bektaş ve Bektaşliği, resmi Osmanlı tarih yazımının çarpıtmalarına kurban edecektir.

Abdülbaki Gölpınarlı’nın da işaret ettiği gibi Vilayetname, II. Beyazıt zamanında ve Balım Sultan’ın Bektaşi Postnişinliğine atanmadığı, yani 1501 öncesinde, İlyas Bin Hızır (Uzun Firdevsi) tarafından yazılacaktır (Vilayetname, s.XXVII)

Vilayetname, Bektaşiliğin henüz Ali eksenli bir tarikat/inanç haline gelmediği bir dönemin ürünüdür. Nitekim Vilayetname’de Kızılbaş/Safevi söyleminin hiçbir izi bulunmamaktadır ki, bu etki Bektaşiliğe sonradan girecektir. Vilayetname, II. Bayezit’in, Bektaşi türbesinin çatısını tunç levhalarla kaplattığını söylemektedir. Demek ki bundan sonra yazılmıştır. Diğer yandan Vilayetname, Balım Sultan’ın, Kızılbaşlığın halktaki yayılışını etkisizleştirmek üzere Bektaşiliğe getirilen yeniliklerden önce kaleme alınmış görünmektedir. (İ. Melikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, s.99)

Bu dönem, Anadolu Alevîlerinin Osmanlı ve Yeniçerileri tarafından katliamdan katliama uğratıldığı dönemdir aynı zamanda. Kızılbaş düşmanı Osmanlı iktidarı ile entegre olmuş bir Bektaşî Babası tarafından yazılmış olan Vilayetname, Bektaşi Dergahının Osmanlı otoritesinin bir parçası olduğu dönemin ilişkileri çerçevesinde II. Beyazıt ve Osmanlı egemenliğinin istediği bir Hacı Bektaş portresi çizmektedir.

Bu Vilayetname’yi esas alacak olursak, Babai katliamından sağ kurtulmuş Hace Bektaş, Babailerle asla ilişkilenmemiştir. Aksine gençlik dönemini Anadolu’da değil Türkistan’da, Yesevi’nin yanında geçirmiştir. Doğumundan 6 ay sonra parmak kaldırarak şahadet getirmiş, 12 imamdan yedincisi Musa Kâzım’ın soyundan gelmiş, manen de olsa Hac’ca gitmiş, revize edilmiş olsa da namaz dahil ibadetinde İslamcı özellikler gösteren ve tabii Osmanlıyı ‘kâfirlere’ karşı savaşa yönlendiren bir yeniçeri ağasını andırmaktadır.

Esasen Vilayetname’den hareketle çizilecek bir Bektaş-ı Veli portresinin gerçeğinden ne kadar uzak olduğunu anlamak için birkaç bilgi aktarmakta yarar var: Söz konusu bu kaynağa göre Bektaş-ı Veli, hocası Lokman Perende’ye atfen, daha küçük bir çocukken Muhammed ve Ali’den Kur’an okumayı öğrendiği, yine Lokman Perende’nin hac dönüşündeki anlatımına göre, “Kâbe’de namaz kılarken Bektaş’ın da sürekli kendisiyle birlikte namaz kıldığı”, yani cismen olmasa da Hac’a gittiğini (ki Anadolu’ya göçerken cismen gittiği iddiaları da mevcut) öğreniyoruz. Vilayetname’de namaz kılan, bir an bile ibadetten geri kalmayan, üstüne üstlük cihat yapan bir Bektaş portresiyle karşı karşıyayız.

—Tarih Dışı İddialar—

Bu kaynağa göre Ahmet Yesevî ile aynı dönemde yaşamış, onun yaşlılığında gençliğini yaşayan, ondan ders alan bir Bektaş söz konusu. Daha garibi bu dönemde Horasan’da kâfir-Hıristiyan bir egemenlik olduğu iddia edilmekte ve Yesevî’nin, oğlu Kutbeddin Haydar’ı bu kâfirlerin elinden kurtarmak üzere Bektaş’ı görevlendirdiği, Bektaş’ın da bunları ezdiğini ve Haydar’ı kurtarıp bu kâfirleri Müslüman yaptığını öğreniyoruz. Bu tarih dışı iddiaların sonu yok; daha sonra Ahmet Yesevî’nin, seccadesini eline alıp huzuruna gelen Bektaş’a, “git seni Rum’a saldık” diyerek Anadolu’yu İslâmlaştırmaya gönderdiğini öğreniyoruz.

Tabii bunlar, resmi ihtiyaçlar doğrultusunda üretilmiş iddialardır.

Her şeyden önce Ahmet Yesevî’nin yaşadığı zaman ile Hace Bektaş’ın yaşadığı zaman arasında tahminen 100 yıl var. Diğer yandan 12 İmam soyu Araptır, oysa Bektaş-ı Veli Arap kö­kenli değil bir Türkmen velisidir. Bu anlamda da Vilayetname’nin bilgileri doğru değil. Vilayetname ile tarihe inip onu aydınlatacaklarını sananlar, tarihe değil efsaneler dünyasına inmiş olacaklardır. Kuşkusuz efsanelerden de tarihçilerin öğrenebileceği çok şey var; ancak bunlardan öğreneceğimiz tarihsel olgular değil, dönemin ve yazanın siyasal, kültürel dünyasıdır. Ancak onlardan bundan ötesini beklemek tarih yazıcısını ve ona inananları efsane kuyusunda boğar.

Yesevilik, özellikleri İslamlaşmanın henüz başarıya ulaşamadığı bir dönemin, İslam’la birlikte eski inançların da birarada yaşadığı bir geçiş dönemine denk düşüyor. Bizzat Yesevi, dönemin İslamcılarınca sapkın görülen, farzlara uymayan, haremlik selamlık ayrımına itibar etmeyen bir dönem bilgesi. Yesevi damar üzerinden sonradan İslamcılaşanlar Nakşibendiliği üretirken İslamcılaşmayıp kendi Alevi sentezini kuranlar ise Bâtıni tarikatlarla ilişkileneceklerdir. Bu anlamda Bektaş-ı Veli ile Yesevi arasında tarihsel-teolojik bir etkilenmeden söz edilse de organik bir bağdan kesinlikle söz edilemez. Aksine Bektaşilik açısından organik bir bağ, ancak Babailik ve Vefailik’le kurulabilir. Ki Bektaş-ı Veli’nin, Ede Bâli, Geyikli Baba vb. dönemin tüm erenleri gibi kendini Vefai gördüğü ve yine bir Vefai olan Baba İlyas’ın halifesi olduğu biliniyor. Fuat Köprülü’nün de işaret ettiği gibi, “Tacü’l-Arif’in lâkabıyla da tanınan Seyyid Ebu’l Vefa-yi Kürdî, Baba İlyas öncesi Batıni inanç ekolünün en büyük etkeni durumundadır.

—Osman’a Elifi Taç Giydirmek!—

Vilayetname’de Hacı Bektaş’ın, 1160’ta ölen Yesevî’den, gerçek dışı, tarih dışı bir şekilde ders aldırılması yetmezmiş gibi, bir de 1290’larda Osman Bey ile görüşen bir Bektaş ile karşı karşıyayız. Oysa ölümü 1271 olan Bektaş-ı Veli’nin Yesevî’nin yaşlılığına yetişmesi mümkün olmadığı gibi Osman’ın ilk iktidar dönemine yetişmesi de mümkün değil. Buna rağmen Osman Bey’e Elifi Taç giydirip kılıç kuşatan bir Bektaş’la karşı karşıyayız. Dolayısıyla bütün bu bilgilerden, Vilayetname’nin efsaneler dünyasına ilişkin bir anlatı olduğu sonucuna varıyoruz.

Vilayetname’ye göre Bektaş’ın Osmanlı kurucusu Osman Bey’le de aynı dönemde yaşadığını, onunla konuştuğunu, onu kutsadığını, “bizim yaptığımız gibi onu kâfire göndersin” diye Sultan Alaattin Keyhüsrev’e emir verdiğini, bunun üzerine “Osmanoğulları askerinin hiç bozguna uğramadığını” öğreniyoruz. Özetle Vilayetnamede, Alevilikteki Kızılbaş özellikleri de göremediğimiz gibi Hace Bektaş’a özgü pasifist, barışçı, öteki inançları bir gören anlayışları da göremiyoruz. Ama buna rağmen Hacı Bektaş’a gerçek dışı bir şekilde yüklenen bu Yeniçeri kuruculuğu ve ajitatörlüğü damgasını bir övünç vesilesi yapabilenler de olmaktadır:

“1339 yılında Bursa Atıcılar Meydanı’nda mahşeri bir kalabalık toplanmıştı. Bütün gönüller büyük önder Orhan Bey ile evliyalar bağr-ı başı, erenler başçeşmesi Hacı Bektâş-i Veli’nin muhabbetiyle dolanıyordu. Bursa tarihi bir an yaşıyordu. Orhan Gazi yeni bir ordu kurmak üzere, Türklüğün ikinci Nuh’u Hacı Bektâş-ı Veli’yi davet etmişti. Büyük Türk evliyasının görklü bakışıyla bütün kalpler fetholmuş genç ihtiyar çoluk çocuk in cin dağ taş istiklâle çıkmıştı. Hacı Bektâş-ı Veli, güzeşteleriyle beraber Bursa’yı şereflendirmişti. Gülbanklar dalga dalga semalara yükseliyordu. Allah Allah şayialarıyla yer gök dolmuştu. Hacı Bektaş-ı Veli alana ulu bir ateş yaktırmış, üstüne bir kazan oturtmuş, aş pişiriyordu. Hacı Bektâş-ı Veli ağır ağır doğrulmuş, sağ elini Bati istikametine çevirmiş, manen İstanbul’un, Kosova’nın, Belgrat’ın, Varna’nın, Budapeşte’nin fethini işaret ediyordu”.(Turgut Koca Baba’dan akt. Şevki Koca, Cem Dergisi, sayı 96, s. 26.)

—Bektaşiliğin İstismarı—

Orhan Bey ile o, doğmadan ölmüş olan Bektâş-ı Veli’yi aynı sahnede oynatmak gibi maddî hatalar ve komik mizansenler bir yana, burada çizilen Bektâş-ı Veli portresinin, gerçeğinin tam karşıtı olmak üzere, İstanbul’dan, Belgrat’a, fetihten fetihe koşan (ve tabiî bunun kaçınılmaz sonucu, dönüp kendi halkına saldıran) bir Yeniçeri ağası portresi olduğu açıktır. Burada egemene, hele ki onun militarizmine yataklık yapan bir Bektaşîliğin, kaçınılmaz olarak kendi zıddına dönüşünün sonuçları ile karşı karşıyayız.

Bu efsaneyi esas alan Bektaşiliğin Osmanlıcı kanadı Babaganlığın son dedebabası Bedri Noyan da Hacı Bektaş’ın ölüm tarihini 1337 (738.H)’ye, yani ölümünden 66 yıl sonrasına kadar götürecektir; böylece Yeniçeri’nin bizzat onun tarafından kutsandığını ispatlamaya, Osmanlı iktidarının uzantısı bir Bektaşîlik anlayışını, bizzat Hacı Bektaş üzerinden meşrulaştırmaya çalışacaktır. Devşirme ve Yeniçeri zihniyetini Bektaşîlik görüntüsü altında günümüze taşımaya çalışan bu anlayış, aynı zamanda geleneğin önemli postnişini Kalender Çelebi’den de; “vatan bütünlüğünü tehlikeye atan” bir “asi” diye söz ederek, Osmanlı’yı “vatan” düzlemine yükselten bir anakronizm sergileyecektir. (B. Noyan Bektaşîlik ve Alevîlik, s.154, 115)

Benzer sorun alanları Makalat’ta da bulunmaktadır. Doğrudan Hacı Bektaş’a atfedilen Makalat’ın da gerçekte Hacı Bektaş’a ait olmadığı bir yana, tarikat kurmamış olan Hacı Bektaş’a tarikattan sözettirilmekte, “Her ne ararsan kendinde ara / Mekke’de Kudüste Hacda değildir” diyen bu inanç önderine Hac’cın farz olduğu söyletilmektedir (İ. Melikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, s.107). Tıpkı Vilayetname’nin Hacı Bektaş’a bir paye olarak “hacı” yapmakta, hacca gitmiş göstermesi gibi. Nakşibendî Şeyhi Esat Coşan’ın, Makalat’tan hareketle Bektaş-ı Veli’nin ortodoks anlamda Müslümanlığını ‘ispatlaması’ da, bu tip sorun alanlarının istismar örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak kabul edilmelidir ki bu tarihe yönelik istismar örnekleri, sadece Coşan’da gördüğümüz gibi ‘dışarıdan’ yapılmamakta, Hacı Bektaş, ‘içeriden’ ve çok daha etkili istismar örnekleriyle karşılaşmaktadır.>>> Erdoğan Aydın – Cumhuriyet / 18 Ağustos 2007 http://goo.gl/o6CIJK
https://www.facebook.com/hakerenler

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*


Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.