ALEVİ KADININ CEM MÜCADELESİ ZORUNLUDUR

ALEVİ KADININ CEM MÜCADELESİ ZORUNLUDUR

Hasan Harmancı

Kadın kimliği geniş anlamda feminist beklentileri içerir içinde. Kadına yüklenen tüm yaşam kriterleri onun cinsler arası bölüşümde bir kategori olarak yeniden kişilik kazanmasına neden olur. Kadın ile erkek arasında varolan biyolojik farklar toplumsal bir işleyişe ve değere dönüşür.

Erkeğin biyolojik oluşumu ona toplumsal bir egemenlik ve moral değer olarak döner. Bu kimliğine doğuştan bir meşrulaştırma üzerinden sahip olur. Bu kadın ile erkeğin kültürlenmesinde aile, toplum ve kişi olarak kendisinin karşı çıkılmaz meşruluğudur. Sadece erkek veya kadın eksiksiz bu kimliğe sahip çıkılması için koruyucu ve gelenekçi bir rol sürdürücüdür. Cinsiyete bağlı işbölümünün egemenliğinin kurallarla uygulanmaya başlanmasının tarihi çok eskidir ve ne yazı ki kitaplı dinlerin de tanrısal bir yargıya ve yaşam biçimine dönüştürdüğü ve dayattığı bir kurala dönüşmüştür. Kadının beden ve ruh olarak kültürlerin neredeyse hepsinde aynı formüle uygun rollere sahip karakterler almış olması, bu rolün zorunlu yasalar çerçevesinde kabulünü dayatmaktadır.

Kadının Tarihsel Biçimlenişi

Kadının doğurucu olması ve tanrısal kurallarla bir bütünlük oluşturur kimlik ve kişilik kazanması onun bu rolünün vazgeçilmezliğini keskinleştirmektedir. Kadın çoğunlukla bunu erkekten önce kendi varlık alanı olarak görür. Cinsler arası iş ve kültür bölüşümünde bunu ideolojik yaşamının da merkezine koyar. Toplum yasalarının meşruiyet kazanmasına yol açan bu kategorileşme, ne yazık ki kadının dinsel, sanatsal, eğitsel ve cinsel işbölümünde de farklı bir iktidar biçiminin gelişmesine izin vermez. Hele hele bu alanların dinsel bir bağlayıcılık içinde sistemleştirilmesi kadının ancak içinde bulunduğu dinin izin verdiği oranda özgür olması, kadın kimliğinin oluşmasında kalıpların ne olabileceğini de ortaya çıkarmıştır.

Kadındaki yaşam düzeneğinin en çok kemikleştiği alan olan eviçi kimliği ise onun toplumsal hayata katılabilme koşullarını belirlemiştir. Toplumsal cinsiyet ilişkisinin en belirgin yaşandığı alanda kadının özgürlüğü erkeğin kurallarıyla sürekli olarak yeniden biçimlenebilmektedir. Kadın birey olarak insan olmaktan önce, önce kocası karşısında kadın, sonra çocukları karşısında anne-kadın olmak ve geleneksel boyutta olsun olması iş ve sokak kültürü için de belirlenen kadın rolünü yerine getirmek veya bu alanlarda oluşmuş olan kurallarla beslenmek zorundadır.

Kadın yaşam alanını geriye çekmeye başladıkça suçlamalar da artmaya başladı. Erkek kökenli kitapların destekçilerinin bir yanıyla kadınlar olmasına karşın, istedikleri hakları o kitaplarda bulma şansına sahip olamadı kadınlar.

Kadınların cins olarak varlığı hep aynı mahiyetli suçlamaların konu­su olarak inançlarda yaşayan bir kaynağa dönüştü. Giderek kadın geriledi, tanrısal bir gerileme ve yozlaştırma ile kötü olduğuna dair kutsallaştırıldı. Cinsler arası ayrımın tarih sahnesine çıkmasından ve tarihin erkek egemen bir güzergaha kaymasından bu tarafa, gerek kadın tarihi, gerek kadın kül­türü, gerekse onu konu edinen inançlar, zıt bir kutba fırlamış erkekçe anlayış tarafından hep aynı dil ile suçlanmış ve aşağılanmıştır. Müslümanlık ise erkek hükümranlığını din dere­kesinde en uç noktaya sürüklemiştir. Kim ne kadar yumu­şatmaya çalışırsa çalışsın Müslümanlıkta, erkeğin hem fizik­sel gücüyle özdeşleşen ve hem de cinsel organıyla aynılaşan bir erkek cins fanatizmi vardır ve o coğrafyada maya tutmaya hazır binlerce yıllık bir mirası devralmıştır. Onu sınırladığı­na ilişkin belirlemeler de doğru değildir.

Özellikle Ortadoğu alanına has bir yaklaşımla, daha da özgün olarak, bu konu­daki tarihsel Arap kültünü öylesine içselleştirmiştir ki, çağ­daş dünyada, bu çürümüş kültün ortaya çıkardığı kadın-erkek manzaralarını insanlık ibretle izlemektedir. Kadın burada bir varlık değildir. Sözü olmayan bir sömürü aracıdır. Tıpkı toprağı sadece çıkarlar ve ihtiyaçlar çerçevesinde kullanmak ve o oranda iyi, değerli ve verimli görmek gibi. Bu nedenle İslamla aynı coğrafyayı paylaşan bir çok inançtan biri olan Alevilik kendi içinde kadın ve erkeği eşit alana taşıdığından ve kadını özgürleştirdiğinden dolayı suçlanmış ve kirli, lanetli bir inanç ve kültürel değer olarak görülmeye çalışılmıştır.

Alevi Felsefesinde Kadın

Aleviliğin kendini içine sokmaya, bağdaştırmaya çalıştığı İslamlık bir yana, kendi dışında kalan inançlarla tam bir ayrım gerçekleştiren Başköylü Hasan Efendi[1], “Hakikat Yolu” u da bu ayrımı şöyle açıklamaktadır;

İki ana yolu vardır: biri Naciye’dir, biri de Havva’dır. Dünyada olup biten bütün kötülükler, iyilikler ana yolundan ispat olur. Kötülükle gelen de iyilikle gelen gibidir ve başta ana yolunda tasdik olur. İnsanlar her şeyi en başta ana yolunda arayıp bulmalı; ortada, sonunda bulunmaz. Baştan alıp süze süze kendisini bulduğu anda, hakikat aşikâre olur. Aşikâre olanların biri Havva’dır. Allah’ın verdiği emri bozdu, Âdem’i kandırdı ve kendine tabi ettirdi. Bu yüzden sürgün olarak dünyaya geldiler. Bu nedenle kötülüklerin başı Havva’dır.

Emirle gelen Naciye’dir. Naciye ile Şit birbirinin emrinde Hakk’ın rızasını kazanmışlardır. Hakikat Naciye ile Şit’tir (Naci). Bu nedenle iyiliğin başı Naciye’dir ve hakikat yoludur. Hakikat yolu hem nurdur ve hem de sırdır. Naciye nurdur, Şit de sırdır. Şit’in esas ismi Naci’dir. Naci Hakk’ın emriyle sırdan gelip Âdem’e oğul olduğu için adına ‘Şit’ denilmiştir. Şit ile Naciye birbirine bağlıdır. Birbirine bağlı olanlar bakidir. Bâki dünyasında altı üstüne, üstü de altına bağlıdır. Bağlılardan doğanlar da ikrarla birbirine bağlıdır ve iman da şahitleridir. Bunlar Hakk’ı kendilerinde mevcut gördükleri için, birbirlerine secde niyaz ediyorlar. Bu nedenle yüz yüze, cemal cemale karşı olarak secde, niyaz ediyorlar. Secde erkâna, eşyaya, ağaca, taşa ve duvara değildir. Secde insanadır ve cemal cemaledir. İnsanın yüzü (cemali) Hakk’ın cemalidir. İnsana yapılan secde Hakk’ın cemaline ve vücudunadır. Bu nedenle birbirine secde, niyaz edenler bakidir, etmeyenler de fanidir.

Doğuş yolu Hakk’ın yoludur. Doğuşu Hakk bilenler, Hakk’ın kendilerinde mevcut olduğunu bildiklerinden dolayı doğuş yolunun sır ve nur yolu olduğunu tasdik etmişler ve tasdikleri de imanlarıdır.

Vücudun binası yenilen ve içilen gıdalardan alınan besinlerden oluşur. Yapılan bina anne ile babanın vasıtasıyladır; baba maya, anne de süttür. Süte maya atıldığında nasıl yoğurt oluyorsa; insanlarda da babanın mayasının (meni) annenin yumurtasıyla döllenmesi sonucu, ana rahminde maya tutmuş olur ve kırk gün mayada kalır. Kırk birinci günü çocuk vücudu hasıl olmaya başlayarak, vücudun 366 azaları oluşur. Her çeşit gıdalardan alınan besinlerle vücudun binası meydana çıkar. Vücudun binası da kuvvetini topraktan, sudan, havadan ve ateşten almaktadır. Bu dörtlü olmazsa ekilen maya vücut tutmaz. Tarlalardaki ürünler nasıl ki su ile yetişip büyüyorsa, ana rahmi de aynen tarlanın suyu gibidir. Bunlar da yerden, gökten, güneşten, aydan, yıldızlardan kuvvet almaktadır. İşte vücut bunlarla inşa edilip vücut binası halini almaktadır. Ayrıca vücuda gerekli olan kan da yine bunlardan oluşmaktadır.

Ana yolu dört kalıptan doğup gelen yoldur. Dört kalıp şeriat, tarikat, marifet ve hakikattir. Bu dört kalıbın da kapısı vardır ve bu dört kalıbı birleştiren kapıdır. Bu kapı Hakk’ın emriyle açılan kapıdır; Hakk’ın kapısıdır, kilidi ikrardır, anahtarı imandır…

Hakk’ın cemalini görmek isteyenler aynada kendi yüzlerine baksınlar. Hakk’ın cemali ve yüzü, aynen sizin yüzünüz ve cemalinize benziyor, arada hiçbir fark yoktur. Cenabı Hakk insanları kendi nurundan yaratmış, var etmiştir. Hakk insanlarda mevcuttur. İnsanlar Hakk’ı kendilerinde mevcut gördüklerinden dolayı insanlara benzediğini de ispat etmişlerdir. Bu nedenle insan (insanı kâmil) Hakk’tır.

Hakk insanda, insan Hakk’tadır. İnsan bu âlemde en değerli nesnedir. Bu yüzdendir ki Hakk en görünür hali ile onda misafirdir. İnsandan başkasına secde et­meyin, ne arasanız insanda arayın.

Aleviler ulu bir ışıktan(nur) kopup geldiklerine, ilahi ya­sa gereği sonunda geldikleri kaynağa geri döneceklerine inanı­yorlardı. Onların inanışında bu uzun yolculuk cansız nesneden olgun insana (insan-ı kâmil) doğru uzanan bir evrim süreciy­di. Onların inanışında ölüm yoktu. Asıl kaynağa geri dönünceye kadar çeşitli bedenlerde yeryüzüne geliş gidişler vardı.

Alevi inancına göre insan ve diğer yaratıklar Tanrı’nın birer parçasıdırlar.İnsan, tanrısal kendini bilme aklının gerçeklik kazandığı temel uğrak noktasıdır. Kendini bilmek arzusuyla kendi ken­disini doğuran Hakk, cümle varlığın ve canlılar topluluğunun en yüce makamında kendini bulmuş ve onun vasıtasıy­la kendini tanımıştır ki bu İnsan’dır.

Bu kurguda Alevilik açısından gelinen en önemli nokta Hak- Muhammed- Ali kurgusudur. Alevilik bu üçlemeyi birlemede geldiği nokta Fatıma’dır. Fatıma Hakk olandır.

Alevi erkeğin Musahip olması, ikrar alması için eşinden rızalık alması gerek. Kadınsız ikrar alınması söz konusu değildir. Kadının rızalık vermediği bir musahiplik darı olmaz.

Pirlik makamı, zahiren pir tarafından temsil edilir ve makamda üç post bulunur. Bu üç posta ‘arş-ı rahman’ makamı olarak bilinir. Burada temsiliyet Pir Ana, Mürşit ve Pir arasında paylaşılır. Pir Ana ve Pir, Mürşidin iki yanında bulunurlar. Cemde kadın ve erkek diye bir ayrım bulunmaz. Burada rızalık almaya hazır canlar vardır artık. Benzer bir makam kurgusunu Hitit yönetim erkinde de bulabilmekteyiz. Anadolu’da ilk senatonun Hititler tarafından kurulduğu bilinmektedir ve bu senatonun bileşenleri şöyledir; Kral, Kraliçe ve Soylular Meclisi. Kral ve kraliçe ülkeyi, dinsel ayinleri yönetirler ve uluslar arası sözleşmelere birlikte imza koyarlardı. Mısırla yapılan Kadeş Antlaşması buna örnektir. Bu senatoda kraliçenin imzası (rızalığı) beklenir önce. Kadın imza atmadan kralın imza atma yetkisi yoktur.

Bu bağlamda Kızılbaş meydanı farklıdır. Kızılbaş meyda­nının en ayırt edici özelliği, toplumsal yaşamında kadına biç­tiği değerin, cem erkanına yansımasında açığa çıkar. Erkek ya da dişi ayrımı yapılmadan can olarak cem meydanında yer alış ve saf tutuş dışında, ocak sol tarafında, pir postunun da önünde olmak üzere kadın-ana postunun (makamının) yer alması, bir Kızılbaş meydanının en temel özelliğidir. Bu dizge ve düzenek bir bütün olarak on iki ocak, on iki hizmet gibi temel toplumsal yapılanmaya dek uzanır. Oradan hare­ketle cem erkânında da yansımasını bulur. Bir başka ifadeyle bu düzenek özetlenmiş bir Rızalık Şehri yapılanması örneğidir.

Kadın-Ana postu, Tahtacı ve Çepni Kızılbaşlarda “Ak-ana” ya da “Taclı-Hatun” veya “Kadıncık-Ana” postu olarak tanımlanır. Bu post da pir eşi oturmakla birlikte eskiye doğ­ru gidildikçe, ocak anaları içinden henüz küçük iken işaret­lenmiş bir ana, makama uygun olarak yetiştirilmekte ve yer almaktaydı. Bu analar, evlenmezlerdi. Bu nedenle bu maka­ma aynı zamanda “mücerret makamı” da denir. Makam, kadın-atanın, “kızlık, kadınlık ve analık” makamını simgeler. Bu nedenle bu makama, “Meryem Ana Makamı” denme­sinde de bir beis görülmemiştir ki, bu örnek bize kadim Anadolu’nun Kadın-Ata gerçeğine, Kibele, Demeter, Artemis gerçeğine işaret eder niteliktedir. Diğer yandan bu pos­ta ya da makama, “Taclı-Hatun Postu” ya da makamı denmesinin nedeni, Kızılbaş Erdebili Dergâhı’na atıfta bulunmak içindir. Şah İsmail’in eşi, Taçlı Hatun’dur.

Kürt Kızılbaşlarda ise bu makam ya da post, “Ana-Fadime” ya da “Anamisi Seide” makamıdır. En evvelinde, bu post, Ana-Eşo Postudur. Ana-Eşo ya da “Ali e Aşa”, her sabahın sahibi olarak Kızılbaş meydanında yer alır. “Haşa Ocaktan” ya da “Haşa Meydandan” diye özdarında bulunan her yol evladı, bu özdarının ardında böyle bir gerçek oldu­ğunu bilsin ya da bilmesin, onun adını böylesi bütün vesile­lerle anmış olur. Şafakların ve umutların anasıdır o. Adale­tin, evrensel uyum ve ahengin, iç aydınlığının; esirgeyen, bağışlayan, besleyen ve büyüten anasıdır.

“Ana Eynel”, “Ana Eyş”, “Ana Karaca”, “Ana Hürremeddin”, bu postta oturmuş, yol ve erkân yürütmüş değerli Kı­zılbaş Analarıdır. Kadın-Anayı, temsil etmeyen hiçbir meydan Kızılbaş meydanı değildir. Kadın-Ata makamı, bütün makamların üstündedir. Bunun küçümsenmesi, yok sayıl­ması ya da herhangi bir şekilde tartışma konusu edilmesi, yol erkânınca pirlerden ve rehberlerden dar istenmesini ge­rektiren bir durumdur.[2]

Haşim Kutlu’nun cemde kadının rolünü unuttuğumuz süreçte yeniden hatırlatan tartışması aslında kayıp yanımızı yeniden görmek açısından önemli ve yaratıcı. Alevilik damarlarında akan kanın elbette farkında. Bu damarın en güçlü öğesi doğal olarak kadındır. Ancak bu doğal parçasını sürekli olarak ötekileştirip, kendini yüzleştirme ile karşı karşıya, Modern kadın hakları arasındaki ilişkilerde evrensel bir damarı vücudunda taşıyan Alevilik duyuları ile hareket etmeyi bazen bir yana bırakmaktadır. Aleviliğin beş duyusunu yitirmesi demek sakatlanması ve özürlü konuma gelmesi anlamına gelir. Tarihi okumalarını ve kültürel birikimlerini İslam üzerine kurmaya başladıkça ihtiyaçlarını da onun üzerine temellendirme yolunu açacaktır. Bu yol elbette ki önce kadının posttan atılmasını ve haremlik-selamlık uygulamasını açar. Kadının kutsallık adı altında başını bağlamaya başlaması ile birlikte de yüreğini başka inanç formlarına kaptırmaya başlar.

Bu nedenle öncelikle Aleviliğin içinde kadının varlık alanının ve yaratıcılığının silinmesini engellemek gerek. Bunun için sadece erkeğin bu durumu görmesi gerekmiyor. Kadının da kendisini çekmemesi ve eylem noktası olarak erkekle bir ve ayrılmaz olduğunu her koşulda savunmak ve göstermek durumundadır. Kadın olmazsa cem olmaz. Cemin kurallarıyla ve eşit yürümediği yerde de Alevi kalınmaz. Devamını Gör

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*


Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.